21. Yüzyılda Hekimlik Eğitimi

GİRİŞ

Günümüzde sanal ve artırılmış gerçeklik ortam ve imkânlarından yararlanmanın okuryazarlık çizgisi kabul edileceği bir bakışa doğru ilerlemekteyiz. Günlük yaşantının bir parçası haline gelen ve bir ileri adımı olan hologram teknikleriyle de gündeme oturan sanal gerçeklik (SG) ve artırılmış gerçeklik (AG) kavramı, her alandaki hekimlik eğitim ve uygulamaları için de olmazsa olmaz bir araç olarak eğitimci ve akademisyenlerin ilgi alanına girmektedir. Tekniğin öne çıkan özellikleri arasında; sanal objeler ile daha gerçekçi bir ortam oluşturarak, bu ortamı gerçek zeminde sunma, öğrenmeyi kolaylaştırma, Y ve Z kuşakları için cazip bir eğitim ortamı oluşturma, sürekli ve kolay ulaşılabilirliği gibi nedenler sayılabilir (Etlican 2012, Somyürek 2014, Şahin 2016). Sosyologlar mevcut kuşakları iletişim araçları ile etkileşimliliğine göre X, Y, Z diye tasnif etmektedir. 1961-1980 yılları arasında doğan X kuşağı, ekonominin düşüşe geçtiği ve bambaşka değerler sisteminin inşa edildiği bir dönemi temsil eder. Teknoloji yetileri genel olarak e-posta takibi, online arama gibi becerilerle sınırlıdır. İletişim becerileri ve network geliştirme konusunda donanımlıdırlar, bu nedenle iş bulma konusunda zorlanmazlar. Önceki kuşaklara göre daha çok sorgulama eğilimindedirler. Aile odaklı, kendine güvenli, açık fikirli ve eğlenmeyi seven yapıdadırlar. X kuşağı kendilerini geliştirmeye ve çalıştıkları organizasyonda kültürel ve küresel değerler olmasına önem verir.  1980-2000 yılları arasının kuşağı Y olarak tanımlanmıştır. Bunlar terör, doğal afetler, obezite, AIDS gibi küresel risklerin etkili olduğu dönemde yetişmişlerdir. Ayrıca bu dönem, ekonomik siyasi ve teknolojik devinimiz çok hızlı olduğu bir zaman aralığıdır. Y kuşağı genellikle hızlı, çok yönlü ve yoğun bir yaşam tarzına sahiptir. Beklentilerini karşılayacak hız, ekip çalışması ve çok yönlü işler yoksa çabuk sıkılmaktadırlar. Okullarda önceki kuşaklara göre daha çok zaman geçiren, daha iyi eğitim alabilmek için ailesinin yaşadığı yerden farklı yerlere eğitim almak için giden, evde tek başına daha fazla zaman geçiren bireylerdir. Önceki kuşaklara göre küçük yaşlarda kendi kararlarını vermek, bir takım işlerini kendileri yapmak zorunda kalmışlardır (Etlican 2012). Günümüz genç popülasyonunu oluşturan Z kuşağı dijital çağda doğan ve büyüyen nesil olup kanaatkar ve temkinli X ve Y kuşaklarının aksine hıza, tüketmeye ve iletişim için interneti tercih etmeye yönelik jenerasyondur. Bu yeni neslin dominant dijital koşullarda doğmuş, büyümüş olması onları önceki nesillerden farklı olarak dijital bilgi ve becerilere ekstra bir eğitime gerek kalmaksızın yatkın kılmaktadır. Bu yüzden Z nesli için internet teknolojileri ve dijital donanımlar yaşamın olmazsa olmaz bir parçasıdır. Onlara bu nedenle geleneksel öğrenme yöntem ve ortamları cazip gelmemektedir. Z kuşağının dikkatini çekmek için, geleneksel tekniklere göre olan avantajları ve eğitimi farklılaştırmaya ve zenginleştirmeye yönelik etkili ortam sağlaması açısından artırılmış gerçeklik kavramı ve buna bağlı teknikler ön plana çıkmaktadır (Karahisar 2013, Somyürek 2014). Hekimlik eğitim ve uygulamalarında da yeni teknoloji kullanımı, özel önem ve öncelik gerektirmektedir.

Öğrenme işine katılan duyu organlarının sayısı ne kadar fazla olursa o kadar iyi öğrenilir ve öğrenme o düzeyde kalıcı olur yaklaşımı her alanda kabul görmektedir Öğrenime katılacak duyu organlarının sayısını artırmak etkili öğrenmede oldukça önemlidir (İnan 2006). Sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklik, öğrenme işine katılan duyu organı sayısını, bireyin kendini o ortamda hissetmesi nedeniyle, doğrudan etkilemektedir. Bu tekniklerin olası kıldığı imkânların öneminin konuşulduğu dönemin geride kaldığı, hologram ürünlerinden yararlanım süreçlerinin başladığı göz önünde tutulduğunda, sanal gerçekliğe dayalı uygulamaların ülkemizde yetersiz olduğunu söyleyebiliriz (Kayabaşı 2005, Sarıkoç, 2016). Eğitim öğretim ve pratik uygulamalarda modellemelerin sanal ve artırılmış gerçeklik üzerine oturması, akademik eğitimin bu teknolojilerden yararlanmasını zorunlu kılmaktadır (Küçük ve ark. 2015). Tıp, diş, veteriner hekimliği gibi tıbbi disiplerin eğitim ve uygulamalarını global rekabete açık hale getirmek için sanal gerçeklik çıktılarına karşı farkındalığı artırmak zorundayız. Ders, uygulama ve deneylerde kişinin yaşadığı ortamla bağını tamamen kesen, kendisini ana karakterle özdeşleştirrmesini sağlayan, sanal bir kurgu olan ortamı yaşıyormuş hissettiren, konsantrasyonu artıran bir tekniğe duyarsız kalmak doğru olmaz (Aktan 2007).

Savunma, eğitim, sağlık, pazarlama, yönetişim başta olmak üzere tüm sektörlerde sanal gerçeklik üzerine oturtulmuş ürünlerin yoğun kullanımı süreci başlamış olup; uzmanlık ve tecrübe için uyum gerektiren zorlu mesleki ortamlara adaptasyon, bir hastanın fobileriyle yüzleşmesi, anne karnındaki bir fetusu detaylarıyla inceleyebilmeyi deney hayvanı kullanmaksızın uygulama ve deney yapabilmeyi dijital ortamda sağlayan bu teknoloji, her alanda gerçekliği artırılmış sanal ortamlar oluşturarak eğitim ve yaşantı tarzını önemli ölçüde değiştirmeye başlamıştır. Böylece seyretmek istediğiniz bir operasyonu, bir deney uygulamasına ait görüntüleri, bir dersin anlatımını gerçek zamanlı olarak ön sırada ve ekipten biri gibi 360 dereceyle izleyebilir, artırılmış gerçeklik ortamına katılabilirsiniz. Bir tıbbi ekipmanı elinizle inceliyor gibi, bir tıp merkezinin içinde geziyor gibi ziyaret ve tecrübe süreçlerini yaşayabilirsiniz (Bayraktar ve Kaleli 2007. Sanal gerçeklik ürünlerinin, çok yakında 2000 Mbps hıza ulaşacağı öngörülen internet, yapay zekâ ve sinir ağlarıyla entegrasyonu ile 7/24 eğitimin nasıl cazip hale geleceği anlaşıldığında, bu tekniğin her alandaki eğitim yöntemini tamamen değiştirecek potansiyele sahip olduğu öngörülebilir (Aktan 2007, Türker 2005).

Biyolojik yapılarımız ve sinir sistemimizle irtibat kurabilecek bu donanımlar; nöronların internet ağıyla doğrudan iletişim kurmasını, bu yolla ileti ve veri paylaşımını, dokularımızı holografik görüntü amaçlı kullanabilmemizi; söz gelimi, başparmak tırnağını monitor gibi kullanabilmeyi mümkün kılabilir. Beyne yerleştirilmiş çiplerin protez cihazları düşünce gücüyle haraket ettirdiklerini yıllardır biliyor, cohlea, retina, optik sinir, optik traktus gibi ortamlar üzerinden implant tekniklerine muhatap oluyoruz (Mudun 2001). Daha ileri uygulamalarda, serebral merkezler ve nöronlar bilgisayar teknolojileri ile entegre edilerek, kurgulanan sanal ortamı gerçekmiş gibi hissedebilmek, sanal bilgilerin dijital ortamlarda yaşatılabilmesi mümkün hale gelebilir, beyin korteksi üzerinden ulaşılan data bir harddiske veya bilgisayar hafızasına yüklenerek nöronlar vasıtasıyla yapay zeka ve dijital ortamlarla iletişim kurabilmesi, duygu ve düşüncelerin konuşma olmaksızın iletebilmesi gibi olguların önü açılabilir. İnsan veya hayvan beyni bilgisayara bağlanarak yapay duygu hissiyatı oluşturulabilir, kurgulanmış sahneler yaşatılabilir, bu dugularla yaşayan beyin dokusal gerçekliğinde mi yoksa bilgisayar ortamının sanallığında mı yaşadığını fark edemeyebilir (Aydoğan 2011).

Beş duyu desteği olmadan düşünce aktarımı, sanal dünyalarda hologram tabanlı görüntü oluşturma, organ, doku ve bedenlerin sanal versiyonlarının üretilerek paralel/yedek organ ve doku oluşturulması, bedenimiz dahil algılanan fenomenlerin aslında bir simülasyon olduğunu da gösterir (Henderson 2003).

Sanal ve artırılmış gerçeklik ortamlarının özelliklerini çok hızlı güncelliyor olması bütün bunları olası kılmaktadır (Mıdık ve Kartal 2010, Aydoğan 2011).

Holografi, Macar fizikçi Dr. Dennis Gabor tarafından 1947 yılında fark edilmiştir. Işık dalga girişimlerinin bir yüzey üzerine kayıt edilmesi temeline dayanan bir tekniktir. Bu bakışla holograma, bir cisimden gelen dalgaya ait bilginin  girişim ve faz değerlerinin saklandığı yüzey görüntüsü denilebilir. Üç boyutlu bir görüntünün iki boyutta sunulmasını sağlayan  holografi çok yeni bir araştırma konusudur. Uzaydaki bir cisme ait enformasyon genellikle ses veya ışık dalgaları olarak ulaşır. Cisimlerden  gelen dalgalardaki bilgiyi  belirli bir şekilde depo edip  onu bir kayıp  olmadan tekrar ortaya çıkarmak hologram tekniği ile yapılabilmektedir. “Holos”  Yunancada bütün anlamına gelmektedir. Hologram, bir cisimden ulaşan dalgaya ait enformasyonu, bilgiyi hem genlik hem faz değerleriyle kaydeder; ne zaman istenilirse orijinal dalga bu kayıt ortamından  yeniden  elde edilir (Dalkıran 2011).

Sessiz kuşak, baby bumer ve X ve Y kuşaklarının eğitim süreçlerindeki yeri neredeyse hiç kalmamıştır. Aktif eğitim süreçlerindeki en yoğun kitle Z kuşağıdır. Bu neslin hızlı düşünme yetisini, çok yönlü ve yoğun aktifliklerini tatmin edecek bir teknoloji önemlidir. Onların beklentileriyle uyumlu hıza, ileri teknolojiye, hızlı düşünmeye dayanmayan ortamlarda sıkılmaktadırlar. Olası verimlilik kaybı ve çıktı kalitesindeki düşüş riskine karşı, eğitim dâhil tüm alanlarda, sanal gerçekliğe dayalı uygulama, teknik ve ürünlerin kullanımı önemli olmaktadır (Etlican 2012).

POSTMODERN EĞİTİM PLATFORMU

Aidiyet duygularının göreceli olarak zayıflayıp, yerini bireyselliğin aldığı günümüzde, sanal gerçeklik ile bire bir muhataplık algısı oluşturma, öğrencinin soru ve müdahale imkânını artırma, çok boyutlu düşünme, bireysel ve etkin görme, tecrübe etme, interaktif süreç, kalıcı bilgi sahibi olma, somutlaştırılması zor bilgilerin deneyimleniyormuş gibi verilmesi, zengin ve kalıcı deneyimler kazanma, karmaşık bilgilerin içinde yer alınan sanal ortam sayesinde algılanabilir hale getirilmesi, hayvan veya insan gerektiren deneylerin canlı kullanılmadan uygulanabilmesi gibi birçok özellik kullanılarak öğrenme süreç yönetimi kolaylıkla yönetilebilmektedir (Aktan 2007). Bütün bu avantajları nedeniyle sanal gerçeklik, küresel rekabete açık bir tıp eğitimi ve sektörü için önemli bir kalite kriteri ve tercih sebebidir. Lisans eğitiminde tıp, veteriner hekimlik, mimarlık, mühendislik gibi alanlarda birebir örneklerin bileşenlerine ayrılarak üç boyutlu incelenebilirliğiyle eğitim ve uygulamaların artırılması gerekmektedir (Çavaş ve ark 2004).

Sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklik, her ikisi de bireye hedeflenen alanda gerçekçi bir ortam sunmaktadır. Sanal gerçeklik bu ortamı tamamen sanal objelerle oluştururken, artırılmış gerçeklik gerçek zeminde sanal objeler kullanır (Anonim 2015). Birbiriyle karıştırılan bu iki kavramı şöyle ayırabiliriz: Sanal gerçeklik tamamen yazılımla oluşturulmuştur ve sanal ortamda deneyim sağlamaya yöneliktir. Sanal gerçeklik gözlüğü ile kendini üç boyutlu olarak ortamda hisseden bireyin bu deneyimle öğrenmesi hedeflenir. Ortam bilgisayarda simule edilerek oluşturulur (Bayraktar ve Kaleli 2007). Artırılmış gerçeklikte ise; mevcut bir fiziksel ortam üzerinde sanal objelerle yeni bir ortam oluşturularak deneyim yaşatılır. Artırılmış gerçeklik gözlüğü bulunulan ortamın anlık görüntüsü üzerine farklı sanal objeler yerleştirilebilir. Birey bu objeleri gözleyerek onlarla konuşabilir. Bu teknikle; gerçek dünyadaki çevre, dijital ortamda oluşturulan görüntü, ses, grafik ve GPS verileriyle zenginleştirilerek canlı fiziksel görüntü elde edilir (Carmigniani et al 2011). Bütün bu özellikleri nedeniyle, hekimlik eğitiminde kullanılacak kitap ve materyaller, derslik ve laboratuvarlar, sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklik tekniklerinden yararlanılarak oluşturulabilirse, öğrencinin olayı kendi deneyimi olarak algılaması nedeniyle öğrenme kolaylaşacaktır.

TARİHÇE

 Sanal gerçeklik 1930’lu yıllara dayanan yaklaşım olup, sanal gerçeklikle ilgili ilk gelişmenin 1939 yılında üretilen View-Master adlı, içine konulan filmleri ışık yardımıyla görebilmeyi sağlayan görme simülatörü olduğu söylenebilir (Resim 1) (Sell and Sell 1994).

Sanal gerçekliğe giden yolda diğer bir ürün 1962 yılında Morton Heilig tarafından Sensorama adıyla geliştirilmiş; bu üründe, izleyicilerin kendilerini sinema veya tiyatro sahnedeki olayların içinde hissedebilmesi amacıyla 3D streoskopik görüntü, stereo ses sistemi, vücudu sallayan bir aygıt ve koku veren bir düzenek kurgulanmıştır. Görme, işitme, dokunma ve koku duyuları üzerinden bir sanal ortam oluşturulmuş bu makinede film izlenebilmektedir. Sensorama tamamen mekanik bir düzenek olsa da bilgisayarlara giden yolda bir süreç göstergesidir ve halen çalışır durumdadır (Robinett 1994).

Thomas A. Furness’in 1966 yılında ülkesinin hava kuvvetleri için geliştirdiği uçuş simülatörü, sanal gerçeklik teknlojisinin evrilmesinde bir sonraki adım olarak değerlendirilebilir. Sanal gerçeklik ya bir ortam veya bir kask yardımıyla oluşturulmaktadır. Günümüzde kullanılan kaskların ilk örneği ise 1968 yılında Ivan Sutherland tarafından geliştirilmiş, ürkütücü görüntüsü nedeniyle bu kask Demokles’in Kılıcı adıyla anılmış ve günümüzde kullanılan modern sanal gerçeklik gözlüklerinin ilham kaynağı olmuştur.

MIT Üniversitesi 1978 yılında geliştirdiği bir program ile Colorado eyaleti Aspen şehrine ait oluşturulan sanal görüntü sayesinde, kullanıcılara Aspen şehrinde üç farklı modda dolaşabilme imkanı sağlamıştır.

Sega şirketi 1991 yılında Sega VR isimli, LCD ekran, stereo hoparlör ve başın hareketlerini algılayan sensörlere sahip bir ürünle katkı sağlarken, Nintendo tarafından 1995 yılında Virtual Boy geliştirilmiştir. Philip Rosedale 1999 yılında 360 derece görüntülerle ilgili çalışmaları ile sürece destek vermiş, Z-A Production 2001 yılında bilgisayar tabanlı üç boyutlu küp oda ile Google 2007 yılında StreetView uygulaması ile 360 derece gerçek görüntüleriyle ortam algılanmasını sağlamıştır (Resim 2). 2010 yılında Oculus VR ilk Oculus Rift prototipini geliştirmiş; 2014’de Sony PlayStation-4 için bir sanal gerçeklik başlığı üretirken, Google akıllı telefonlarla kullanılan, kendin yap tarzı CardBoard’ı paylaşmıştır (Şahin 2016).

Sanal gerçeklik ve artırılmış gerçekliğin ürüne dönüşüp kullanılabilmesi için veri girişi ve yazılım asıl aşamadır. Bu süreç şirketler ve üniversitelerdeki ARGE ekiplerince geliştirilen birçok uygulamayla devam etmektedir. Gyroscope özelliği taşıyan akıllı telefonlarda mobil uygulamalar aracılığı ile sanal gerçeklik deneyimi, kendi entegre lenslerine sahip olan sanal gerçeklik gözlükleri için süreçteki önemli adımlardandır. (Wang et al 2006). Google tarafından geliştirilen ve gyroskop kullanılmadan işlev gören cardboard adlı teknik, sürecin evrildiğini göstermesi açısından önemlidir. 2017’de ilk kontrol cihazına sahip Gear VR, sanal gerçeklik ekosistemini genişleterek Gear VR deneyimlerini daha kolay ve eğlenceli hale getiren bir ürün olarak Samsung lisansı ile üretilmiştir .

Sanal gerçeklik ortamının algılanmasında Control VR adıyla bilinen bir eldiven işlevine sahip ürün, el ve kol hareketlerini algılayarak etkileşimde olduğunuz sanal gerçeklik ortamına aktarır. Klavye, fare gibi donanım kullanmadan el hareketleri ile bilgisayarda çalışabilmeyi, çizim yapabilmeyi olası kılmaktadır Virtuix Omni ise sanal ortamda özgürce dolaşmanızı sağlayan ilk sanal gerçeklik aparatıdır. Koşu bandını andıran yapısıyla sanal ortamda yürüyerek veya koşarak 360 derece görüş olanağı ile yönlendirmede bulunmanızı sağlar (Şahin 2016).

 

KULLANIM ALANLARI

 Oyunlar başta olmak üzere eğitim süreçlerinde artık sanal gerçeklik ürünleri karşımıza çıkmaktadır. Yeni nesil ders materyalleri sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklik ile etkileşimli ürünlerden oluşmaktadır. Sanal gerçeklik neredeyse tüm eğitim düzeyleri için uygun imkân, ürün ve donanımlar sunmaktadır. Ders kapsamındaki olay, olgu, mekân, teknik, uygulama ve nesneler gerçekçi ve üç boyutlu olarak öğrencilere sunularak öğrenme daha cazip, kolay ve kalıcı hale getirilmektedir.

Turizm ve sayahat sektörü; hem transferler sırasında geçen zamanı değerlendirmek hem de 360 derece görüntüler ile sanal gezinti sağlayan uygulamalarla müşterilerine hitap etmektedir. Kısa süre içerisinde, internet üzerinden harita, yer ve görüntü sağlayan erişimlerle entegre yazılımlardan yararlanabilmek mümkün olabilecektir.

Sanal gerçeklik kullanılarak ev, mobilya, araba, giyim, dekorasyon malzemeleri alış verişi olası hale gelse de henüz müşteriler için ön inceleme amaçlı kullanım yaygın görünmemektedir. İstediğiniz kıyafeti bizzat kendi üzerinizdeymiş gibi görmek, almak istediğiniz evi sanal ortamda içindeymiş gibi gezmek, döşemek, düşündüğünüz aracı test etmek, günümüzde bir ardenalin kaynağıdır da. Satın alınan bir modüler ürünün nasıl monte edileceği, montaj aşamaları üç boyutlu görülerek tecrübe edilebilir, bu bir telefonla bile yapılabilir hale gelmektedir.

Savunma, eğitim ve tatbikatları, ekipmanların sanal ortamda kullanımı ile gerçeğe çok yakın eğitimler verilebilmektedir. Özellikle pilotluk eğitimi amaçlı simülasyon uygulamaları sanal gerçeklik ortamlarında yaygın olarak kullanılmaktadır.

Sanal gerçeklik tekniği katılarak yapılan haberler, haberciliğin ufkunu değiştirecek bir bakış açısı taşımaktadır. Gazeteci Nonny de la Pena, Suriyeli çocukların yaşam ortamları hakkında bir farkındalık oluşturmak üzere gerçekleştirdiği proje ile, gerçek bir haberi 360 derece olarak modelleyerek, sanal gerçeklik gözlüğü ile o anı gerçekmiş gibi izleme imkanı sunmuştur (Anonim 2017).

Sağlık ve spor aktiviteleri ile egzersiz, antrenman ve eğitimler, sanal ve artırılmış gerçeklik uygulamaları sayesinde daha performans artırıcı, daha başarılı ve daha bireye özgü hale gelmektedir. Bireysel farklılıklara uygun vücut geliştirme, gerçek ortamda çalışılıyor hissi veren ortamlar, günlük spor aktiviteleri ve elit atletlerin eğitiminde yeni bir imkân olarak karşımıza çıkmaktadır. Giyilebilir teknolojik ürünlerin artması, sanayi internetinin 2000 Mbps hıza ulaşacağının öngörülmesi, sanal gerçeklik teknolojilerinin gelişim hızını artırmaktadır. Donanım maliyetlerinin gittikçe azalıyor olması, sanal gerçeklik gözlüklerinin daha estetik, ergonomik ve kullanışlı hale gelmesi bu süreci iyice hızlandırmaktadır. Günümüzde, stratejik davranan, gelişmişlik yarışında önde olan ülkelerin sanal gerçeklik teknolojilerine yatırımları öncelikli hale gelmiş ve önemli bütçeler ayrılması normalleşmiştir. Örneğin, sanal gerçeklik pazarındaki en büyük oyunculardan Facebook, iki milyar dolara satın aldığı Oculus firmasının geliştirdiği bilgisayar ile eğlence sektöründe sanal gerçeklik alanında önemli kazanımlar elde etmektedir. Sanal gerçeklik sadece kask ve gözlük değil, yön, hareket, koku duyularını da uygulamalara dâhil ederek hızlı bir evrilme süreci de yaşamaktadır (Somyürek 2014, Şahin 2016).

 

TIP ALANLARINDA KULLANIMI

 

Özellikle tıp ve veteriner hekimliği gibi sağlık eğitimi veren fakültelerde teşhis ve tedavi modulitelerinin, cerrahi operasyonların simülasyonları kullanılarak ön deneyimler gerçekleştirilmektedir. Sanal sınıflar, laboratuvarlar, ameliyathaneler, çok az da olsa bazı üniversite ve eğitim kurumları tarafından başarılı bir şekilde denenmektedir. Bu tarz ortamlarda öğretim elemanı ve öğrenci arasındaki gerçek etkileşim devam etmekte, ancak sanal ortam koşuları hissedilmektedir. Tv’lerde, bir sunumun, bir operasyonun canlı video görüşmesi sırasında görüntülerini hologramik olarak izleyebilmekteyiz (Resim 4). Real İmage Wieving tekniği ile, taranan doku ve organların hologram görüntüleri önümüzde yer almakta hatta elektronik neşter ile üzerinde kesi ve diğer işlemler yapılabilmektedir. Artırılmış gerçeklik gözlüğü ile bir beyin hologramı elle tutuluyor gibi görülebilmekte, bu hologram beyin görüntüsünü el ile uzanıp avucunuza alabilmektesiniz. SG, AG ve hologram donanımlı ameliyathane, laboratuvar ve sınıflarla yakın gelecekte rutin olarak karşılaşacağımız düşünülmektedir (Milgram and Kishino 1994).

Tıbbi disiplinlerde bu konuda yapılmış çalışmalar oldukça yetersizdir. Az sayıdaki çalışmadan birisi olan Küçük ve arkadaşlarınca yapılan araştırma, anatomi dersinde mobil artırılmış gerçeklik (MAG) kullanımı sonrası tıp fakültesi öğrencilerden aldıkları geri bildirimlere yer vermektedir. Ders kitaplarının artırılmış gerçeklik ile desteklenmesi, derslerde AG uygulamalarının kullanılması tüm öğrencilerin ortak talebi olarak not edilmiştir. Ayrıca öğrencilerin bireysel olarak AG uygulamalarını öğrenme aracı olarak kullanmak istedikleri, bu uygulamaları faydalı ve kullanışlı buldukları, uygulamadan memnun kaldıkları bildirilmiştir (Küçük ve ark. 2015). Yapılan çalışmalar AG teknolojisinin bireylerde oluşturduğu algının bireysellik ve kullanım kolaylığı olduğunu göstermektedir (Chang et al 2011, Wojciechowski and Cellary 2013, Yusoff et al 2011). MAG uygulamalarında, öğrenciler sesler, üç boyutlu animasyon, video ve resimlerle desteklenmiş sanal ortamı eğlenceli bulmuş, ders saatlerinde ve günün diğer saatlerinde MAG çoklu ortam uygulaması kullanmaktan hoşnut kalmışlardır. Zor konuların MAG uygulamalarıyla desteklenmesi istenmiştir. Öğrenciler, araştırma kapsamında dersin anlaşılmasını kolaylaştırmak amaçlı sunulan üç boyutlu video animasyonlardan memnun kalmışlardır (Küçük ve ark. 2015). Animasyonlar ve tematik videolar günümüzde zaten yaygın çoklu ortam materyalleri arasındadır ve statik görsellerden daha etkili oldukları bilinmektedir (Petersson et al 2009). Benzer veriler paylaşan çalışma sonuçları mevcuttur (Martín-Gutiérrez et al 2010, Von Jan et al 2012, Cai et al 2013, Di Serio et al 2013, Wojciechowski and Cellary 2013). MAG uygulamalarının konuyu somutlaştırırken gerçeklik hissi oluşturması cazibesini artıran bir faktördür. Zaten artırılmış gerçeklik, gerçek görüntü üzerine sanal nesnelerin eklenmesiyle sanal nesneler ve birey arasında eş zamanlı etkileşim sağlayarak gerçeklik hissi oluşturma prensibine dayanmaktadır (Carmigniani et al 2011). MAG ile nesnelerin canlanarak üç boyutlu animasyona, tıbbi eğitimde bir insan modeline, veteriner hekimlikte bir hayvansal modele dönüşmesi ile oluşan gerçeklik hissi, konunun resim, kadavra ve maketlerden öğrenilmesine göre daha kolay ve daha cazip olduğunu düşündürmektedir. Öğretim elemanından konuyu tekrar anlatmasını istemek, ortam psikolojisi açısından çok kolay olmamaktadır. Bu gibi faktörler ve doğrudan gözle görülmesi, yakından izlenmesi mümkün olmayan varlık ve mekanizmaları, süreçlerı, operasyonlar ve deneyleri üç boyutlu animasyonlar ile somutlaştırmak iyi bir öğrenim tekniği olabilir (Wu et al 2013).

Teşhiste isabetliliği artırabilecek sanal yöntemler de geliştirilmektedir. Bu konuda en çok çalışma diş hekimliği disiplinlerindedir. Daha sonra beşeri tıp ve hemşirelik alanındaki araştırma ve uygulamalar gelmektedir. Çok önemli bir tıbbi disiplin olan veteriner hekimliği ile ilgili sanal gerçeklik çalışmaları ve uygulamalar gelişmiş ülkelerde mevcuttur ama yetersizdir. Türkiye’de ise veteriner hekimliği eğitimi ve uygulamalarında sanal gerçeklikten yararlanmaya yönelik herhangi bir çalışmaya literatür aramalarında rastlanılmamaktadır. Veteriner hekimliği eğitiminde de elbette bircok yenilikçi öğrenim araçları ve yaklaşımları vardır. Çünkü yeni yöntemlerle ilerlemek bir zorunluluktur. Öğrenci ve akademisyenlerin hayvanlara, hayvanların (bazen savunma refleksi ile) onlara zarar vermesine yol açabilen klasik pek çok yöntem artık tercih edilmemektedir. Asıl amaç, hayvan refahına ve hayvan haklarına zarar vermeden öğrencinin veteriner hekimliği eğitimi alması ve tecrübe edinmesidir. Veteriner hekimliği eğitiminde, bu temel kriterlere uygun şekilde sanal gerçeklik ve hologram gibi daha ileri uygulamalardan henüz yeterince yararlanılmamaktadır (Martinsen and Jukes 2005). Üç boyutlu simülasyon teknolojisi heyecan verici ve göz ardı edilemez gelişimiyle veteriner tıbbının zorlu eğitim, teşhis ve müdahale süreçlerinde belirgin bir şekilde yer alacaktır. Donanımlı, yetkin veteriner hekimler için, sanal gerçeklik ve 3D simülasyon teknikleri gibi imkanların ulaşılabilir olması, mesleki ve klinik uygulamalardaki hızlı değişimlere ve bilimsel yeniliklere ayak uydurmada önemlidir. Bu hedefe ulaşmada karşılaşılan güçlükler arasında hayvan refahı nedeniyle eğitim esnasında gerçek hastaların bulunup bulunmadığına dair sınırlamalar gelmektedir. Temel olarak insan tıbbı deneyimlerinden yola çıkarak, öğrencilerin temel deneyler ve klinik becerilerini geliştirebilmeleri konusunda güvenli ve etik alternatif fırsatlar sağlaması açısından veteriner hekimliği ve tıp eğitiminde simülasyonların kullanımı önemsenmeli ve yoğunlaştırılmalıdır (Scalese and Issenberg 2005).

Bilgisayar grafikleri ve sanal gerçeklik ortamları, karmaşık 3D mekânsal ilişkileri görselleştirmede ideal olduğu için artırılmış gerçeklik uygulamalarında, bilgi içeriği gerçek ve sanal görüntülere ait verilerle birbirine bağlanır. Bu tekniklerden veteriner hekimliği eğitiminde de yararlanılmaya başlanmış, atlarda ovaryum palpasyonu gibi teşhis tekniklerine yönelik ürünler hazırlanmıştır (Crossan et al 2000).

Özellikle artırılmış gerçekliği vurgulayan bir çalışma dikkat çekicidir (Lee et al 2013). Çalışma, veteriner hekimliği ve teknikerliği eğitimi alan öğrencilere köpekte intravenöz (IV) enjeksiyon simülatörü geliştirmek amacını taşımaktadır. Bir köpeğin tomografik görüntüleri, 64 kanallı bir ultra detektör kullanılarak taranmış, görüntüler bir görüntü parçalama yöntemi kullanılarak hacimsel veri setlerine dönüştürülerek 3D modeller oluşturmak için bir stereolitografi formatına dönüştürülmüştür. IV enjeksiyon için AG simülatörü için AG temelli bir arabirim geliştirildi. Gönüllü öğrencilere AG ortamında, kontrol grubuna ise canlı köpeklerde IV enjeksiyon tekniği eğitimi verilerek eğitim bitiminde öğrencilerden bir anket doldurmaları istenmiştir. AG simülatörü kullanılarak eğitilen grubun gerçek köpek kullanan gruba göre IV enjeksiyon tekniğinde daha yetkin olduğu, öğrencilerin AG simülatörü ile IV enjeksiyon tekniğini iyi öğrendikleri tespit edilmiştir. Araştırmacılar, bu teknolojiyi kullanarak, veteriner hekimliği eğitiminde kullanılmak üzere veteriner AG simülatörleri geliştirilebileceğini rapor etmişlerdir (Lee et al 2013). Tıp ve veteriner tıbbı eğitiminde anatomi ağırlıklı bir yer tutar ve geleneksel olarak dokular ve incelenen anatomik yapılar üzerinde öğrenciler elle deneyim kazanır. Bununla birlikte, diseksiyon eğitimi, müfredat saatlerinin azalması nedeniyle büyük baskı altındadır. Bu nedenle anatomi eğitiminde evrimi, geleneksel kadavra diseksiyonunu alternatifli hale getirmek için bilgisayar tabanlı kaynakların kullanımını öneren çalışmalar mevcuttur (Maza 2010). Bu çalışma Apple QuickTime VR gibi programlar ile dijital hareketsiz görüntüleri veya animasyonlu 3D kaynakları görüntülemek için internet veya yerel alan ağlarını kullanmak da dâhil olmak üzere yeni kaynaklar geliştirilerek öğrencilerin ve akademisyenlerin diseksiyon laboratuvarında daha hızlı ve kaliteli öğrenim deneyimi geliştirilebileceğini ileri sürmektedir. Araştırma, öğrencilerin çoğunun her iki kaynağı da öğrenmede önemli algıladıklarını göstermektedir (Maza 2010). Anatomi ve tüm tıbbi eğitim süreçleri, doğasında görsel açıdan güçlü bir desteğe ihtiyaç duyduğu için, derslerde resim ve animasyon kullanmak önemlidir. QuickTime sanal gerçeklik yazılımı, anatomik yapıları üç boyutlu bir biçimde sunmayı mümkün kılmıştır, böylece tıp ve veteriner hekimliği fakülteleri gibi okullarda eğitimin her kademesinde bilgisayar tabanlı araçların yeri daha da artmış olacaktır. Sanal gerçeklik tasarımlar ile, CT, MRI, PET gibi görüntüleme ekipmanlarından alınan sayısal veriler, yeni nesil yazılımlarca üç boyutlu hale getirilerek, ürünün donanımsal modüllerinden birisi olarak sanal gerçeklik gözlüğünce görüntülenmesi, görüntülerin yine ürünün donanımsal modüllerinden olan sanal gerçeklik eldiveni yardımıyla, oluşturulan görüntüde dokunma hissinin algılanarak incelenmesi, işlenmesi sağlanabilmektedir (Resim 5) (Anonim, Sisoft 2017).

MAG tekniği, esnek öğrenme ortamı oluşturması, zaman yönetimi, erişim kolaylığı ve çalışma rahatlığı sağlaması nedeniyle öğrenmeyi ve kavrama yeteneğini artırması nedeniyle seminer, ders, uygulama, teşhis ve deneylerde başarı için tercih edilebilecek bir tekniktir (Liaw et al 2010, Di Serio et al 2013).

Sanal/artırılmış gerçeklik uygulamaları, öğrencilerde ilgili yazılım ve tasarımlara yönelişi artırmış ve bu uygulamaların öğrencilerde tekniğin gelişmesi için verebilecekleri katkıyı araştırma ve artırılmış gerçeklik teknolojisiyle meşgul olma davranışını geliştirdiği izlenmiştir (Mıdık ve Kartal 2010). Z kuşağının dijital teknolojileri kullanma yatkınlıkları ve becerileri düşünüldüğünde, tüm alanlarda AG uygulamalarının geliştirilmesindeki rolleri göz ardı edilmemelidir.

 SONUÇ

Çok sayıda duyu organına hitap ettiği için daha kalıcı, daha etkili, daha eğlenceli, daha birey odaklı öğrenme sağlayan bu teknik, canlı modellerde deneyimlemenin zor olduğu, hatta çevresel ve etik olarak mümkün olmayan deney, test gibi aktiviteleri sanal ortamda gerçekleştirip sonuçlarını görmek ve çıktılarını almak gibi imkânlar sunmaktadır. Bire bir eğitim algısını güçlendirdiği için eğitim kalitesi, öğrenme çıktılarını artıran, öğrencilerin daha aktif bir öğrenim sürecine katılmaları ile motivasyonu artırıp, zaman ve mekan açısından özgürlüğü teşvik eden bir yöntemin en hızlı şekilde üniversitelerin uygulamalı bölümlerinde yer alması global bilim ve eğitim rekabeti için önemi ortadadır. Sanal gerçeklik, artırılmış sanal gerçeklik ve hologram tekniklerinin elbette sınırlılıkları da mevcuttur. Gelişmiş, bir alt yapı, oturmuş program ve ekipmanlar gibi yazılım ve donanım gereçleri kurumlara cazip görünmeyebilimektedir. Bireysel olarak da, uzun süreli kullanımlarda baş dönmesi, baş ağrısı gibi semptomları içeren olgular mevcuttur. Yeterli düzeyde olmayan FPS yani saniyede yakalanan kare sayısı değerleri, ekran yenileme hızı gibi teknolojik yetersizlikler, kullanıcı hareketleri ile görüntü arasında gecikme sorunlarını gündeme getirmektedir. Bütün bunlara rağmen, 5G ve sonrasında 2000 Mbps hıza ulaşacağı öngörülen sanayi tipi internetle birlikte bazı sorunlar önemli düzeyde ortadan kalkmış olacaktır. Sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklikle ilgili yoğun ARGE çalışmaları, bu kısıtları da ortadan kaldırabilecek yeni ürünler, teknikler ve uygulamalara imkân sağlayacaktır.

Türkiye’de konu, özellikle tıp ve veteriner hekimliği alanlarında henüz farkındalık aşamasındadır, bu nedenle proje, bilimsel çalışma ve tartışma düzeyi yetersizdir. Yurtdışındaki örnekler de yetersiz olmasına rağmen global platformların aldığı mesafe oldukça ileridir. Bu çıktı ve ürünler takip edilerek, benzer uygulamalari Türkiye’de de gerçekleştirilmek suretiyle sürece ivedilikle dâhil olunmalıdır.

Her alanda kullanımı her geçen gün artan sanal ve artırılmış gerçeklik imkânları ile tıbbi eğitim ve uygulamalara ilişkin tekniklerde yaşanacak köklü değişiklikleri öngörebilmeliyiz. Uluslararası rekabette ve eğitim kalitesinde önemli bir belirteç olan sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik ve hologram tabanlı yazılım-donanımları rutinleştirecek projeler stratejik temalar kapsamına alınmalıdır. Bu konuda bilim adamı, öğretmen ve akademisyen yetiştirilmesi ve oluşturulacak tek işi bu olan mükemmeliyet merkezleri ile veri işleme, yazılım ve donanım yeteneği olan personel yetiştirilmesine yönelik ARGE bantları oluşturulması sağlanabilmelidir. YÖK, TÜBİTAK, TUBA, Kalkınma Bakanlığı ve kalkınma ajanları ile üniversitelerdeki Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinatörlüklerinin bu kapsamdaki yatırım ve projelere pozitif ayrımcılık göstermeleri önem arz etmektedir. Üniversiteler Arası Kurul birimlerinden Tıp-Sağlık Bilimleri Eğitim Konseyinin, bu tekniklerin yaygınlaştırılması amaçlı pilot uygulamaları başlatmak amacıyla tıp-sağlık eğitimi veren fakülteleri yönlendirmesi de önemli bir etki sağlayabilir.

  1. ve 5. Beş Yıllık Kalkınma Planları ile Milli Eğitim Temel Kanunu gereği dijital teknolojiler vei teknikler stratejik öncelik arz etmektedir. Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 13. Maddesi, “Her derecede ve türdeki eğitim programlarının, yöntem araç ve gereçlerin bilimsel ve teknolojik esaslara, yeniliklere, ihtiyaçlara göre geliştirileceği”ni öngörmektedir. Bu durumda, milli eğitimin yüksek öğretim ayağını oluşturan üniversitelerde, özellikle tıp ve mühendislik gibi uygulamalı bölümlerde sanal gerçeklik tabanlı teknikler önemsenmeli, ayrıca proje ve araştırmalar teşvik edilmelidir. Sağlık eğitimi verilen tıp, veteriner hekimliği, diş hekimliği, eczacılık ve sağlık bilimleri fakültelerinde sanal gerçeklik, artırılmış sanal gerçeklik hatta hologram imkânlarıyla desteklenmiş eğitimin rutinleştirilmesi, çıktı kalitesi ve global rekabet için de kaçınılmazdır.

 

KAYNAKLAR

 

Aktan CC. Yüksek Öğretimde Değişim: Global Trendler, Yeni Paradigmalar. Yaşar Üniv. Yayınları. İzmir, 2007; 1-47.

Anonymous. http://www.immersivejournalism.com. Assessien date: 10.01.2017.

Anonymous.

http://www.sisoft.com.tr/haber/page?SYF=Detay&hb=2183. Assessien date: 14.03.2017

Anonymous.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Art%C4%B1r%C4%B1lm%C4%B1%C5%9F_ger%C3%A7eklik. Assessien date: 01.12.2015.

Aydoğan İ. Kuantum Fiziğinin Eğitim Bilimlerine Etkisi: Hologram ve Morfik Alanlar. Sosyal Bilimler Enstitüsü Derg. 2011; 31(2): 189-198.

Bayraktar E, Kaleli F. Sanal gerçeklik ve Uygulama Alanları. Dumlupınar Üniv. Akademik Bilişim Günleri. 2007; 31 Ocak-2 Şubat. Sayfa: 1-6.

Cai S, Chiang FK, Wang X. Using the Augmented Reality 3D technique for a convex ımaging experiment in a physics course. International Journal of Engineering Education. 2013; 29(4): 856–865.

Carmigniani J, Furht B, Anisetti M, Ceravolo P, Damiani E. Augmented reality technologies, systems and applications. Multimedia Tools and Applications. 2011; 51(1): 341-377.

Chang YJ, Chen CH, Huang WT, Huang WS. Investigating students’ perceived satisfaction, behavioral intention, and effectiveness of English learning using augmented reality. Proceedings of the International Conference on Multimedia and Expo. USA: IEEE Computer Society. Washington, 2011; 1–6.

Crossan A, Brewster SA, Glendye AA. Horse Ovary Palpation Simulator for Veterinary Training. In Proceedings of PURS 2000 (Zurich) Hartung-Gorre, 2000; 79-86.

Çavaş B, Huyugüzel Çavaş P, Taşkın Can B. Eğitimde sanal gerçeklik. The Turkish Online Journal of Educational Technology. 2004; 3(4): 110-16.

Dalkıran HP. Holografi Tekniğinin Haritacılık Alanında Uygulanması. TMMOB 13. Türkiye Harita Bilimsel ve Teknik Kurultayı   18-22 Nisan 2011, Ankara.

Di Serio A, Ibáñez MB, Kloos CD. Impact of an augmented reality system on students’ motivation for a visual art course. Computers & Education. 2013; 68(11): 586-596.

Etlican G. X ve Y kuşaklarının online eğitim teknolojilerine tutumlarının karşılaştırılması. Y. L. Tezi. Bahçeşehir Üniv. Sosyal Bilimler Ens. İstanbul, 2012.

Henderson MJ. Human gaze control during real-world scene perception. Trends in Cognitive Science. 2003; 7(11): 498-504.

İnan C. Application samples of the constructivist approach in mathematics teaching. DÜ Eğitim Fakültesi Derg. 2006; 6: 40-50.

Karahisar T. Dijital nesil, dijital iletişim ve dijitalleşen Türkçe. Online Academic Journal of Information Technology. 2013; 4(12): 71-83.

Kayabaşı Y. Sanal gerçeklik ve eğitim amaçlı kullanılması. The Turkish Online Journal of Educational Technology 2005; 4(3): 151-58.

Küçük S, Kapakin S, Göktaş Y. Tıp fakültesi öğrencilerinin mobil artırılmış gerçeklikle anatomi öğrenimine yönelik görüşleri. Yükseköğretim ve Bilim Derg. 2015; 5(3): 316-323.

Lee S, Lee J, Lee A, Park N, Lee S, Song S, Seo A, Lee H, Kim JI, Eoma K. Augmented reality intravenous injection simulator based 3D medical imaging for veterinary medicine. The Veterinary Journal 2013; 196: 197-202.

Liaw S, Hatala M, Huang HM. Investigating acceptance toward mobile learning to assist individual knowledge management: based on activity theory approach. Computers & Education. 2010; 54(2): 446-454.

Martín-Gutiérrez J, Saorín JL, Contero M, Alcañiz M, Pérez-López D, Ortega M. Design and validation of an augmented book for spatial abilities development in engineering students. Computers & Graphics. 2010; 34(1): 77-91.

Martinsen S, Jukes N. Towards a humane veterinary education. Journal of Veterinary Medical Education 2005; 32: 454-460.

Maza PS. Comparison of gross anatomy test scores using traditional specimens vs. QuickTime Virtual Reality animated specimens. Dissertation Publishing. 2010; UMI Number: 3429065. USA.

Mıdık Ö, Kartal M. Simülasyona dayalı tıp eğitimi. Marmara Medical Journal 2010; 23(3): 389-399.

Milgram P, Kishino F. A Taxonomy of Mixed Reality Visual Displays. IEICE TRANSACTIONS on Information and Systems    1994; 77(12):1321-1329

Mudun AB. Yapay Göz. T. Oft. Gaz. 2001; 31: 75-80.

Petersson H, Sinkvist D, Wang C, Smedby O. Web-based interactive 3D visualization as a tool for improved anatomy learning. Anatomical Sciences Education. 2009; 2(2): 61-68.

Robinett W.  Interactivity and individual viewpoint in shared virtual worlds: The big screen vs. networked personal displays. Computer Graphics. 1994; 28(2): 127.

Sarıkoç G. Sağlık çalışanlarının eğitiminde sanal gerçekliğin kullanımı. Hemşirelikte Eğitim ve Araştırma Dergisi, 2016; 13(1): 11-5.

Scalese RJ, Issenberg SB. Effective use of simulations for the teaching and acquisition of veterinary professional and clinical skills. Journal of Veterinary Medical Education, 2005; 32(4): 461-467.

Sell MA and Sell W. View-Master Viewers: An Illustrated History. 1994 Borger, The Netherlands: 3-D Book Productions.

Somyürek S. Öğrenme sürecinde z kuşağının dikkatini çekme: Artırılmış gerçeklik. Eğitim Teknolojisi Kuram ve Uygulama. 2014; 4(1): 63-80.

Şahin ÖY. Eğitimde sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik. http://kodyazar.net/tr/egitimde-sanal-gerceklik-artirilmis-gerceklik/ Erişim tarihi: 11.03.1016.

Türker İH. İmgeden sanal gerçekliğe. Anadolu Sanat Dergisi. 2005; 16:1-6.

Von Jan U, Noll C, Behrends M, Albrecht UV. Augmented reality in medical education. Biomedical Engineering 2012; 57(1): 67-70.

Wang L, Hampel F, Gladysz JA. Gyroskop-Giganten: dipolare Cl-Rh-CO-Rotatoren. umgeben von Statoren aus drei Speichen 25- bis 27-gliedriger Makrocyclen. Angewandte Chemie. 2006; 118 (26): 4479-4482.

Wojciechowski R, Cellary W. Evaluation of learners’ attitude toward learning in ARIES augmented reality environments. Computers & Education. 2013; 68: 570–585.

Wu HK, Lee S W, Chang HY, Liang JC. Current status, opportunities and challenges of augmented reality in education, Computers & Education. 2013; 62: 41-49.

Yusoff RC, Zaman HB, Ahmad A. Evaluation of user acceptance of mixed reality technology. Australasian J of Educational Technology. 2011; 27(8): 1369-1387.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Genel kategorisine gönderildi | 21. Yüzyılda Hekimlik Eğitimi için yorumlar kapalı

Doğal Bir Antioksidan ve Enerji İçeceği: SÜT

DOĞAL BİR ANTİOKSİDAN OLARAK SÜT

Recep Aslan

ÖZET

Süt, sağlık ve zindelik için vazgeçilmez bir antioksidan olup, her yaş grubu ve hayatın her dönemi için besleyici ve dengeleyici bir gıda ve bir enerji içeceğidir. Buna rağmen, yeterli farkındalığın oluşmaması nedeniyle Türkiye’de tüketimi birçok Avrupa ülkesinin gerisindedir. Serbest radikaller olarak bilinen atom ve moleküllerin dokularda yol açtığı hasarın önlenmesindeki etkileri nedeniyle antioksidanlar tıbbi disiplinlerde büyük ilgi görmektedir. İlaç formunda alınanlar dışında, diyetle ve besin desteği olarak alınan antioksidanlar sağlık ekonomisi için önemli bir harcama kalemine dönüşmüştür. Sağlık ve zindelik ve performansın korunması ve hastalıkların giderilmesinde antioksidan ürünlerin koruyucu etkileri sıklıkla vurgulanmaktadır. Taşıdıkları fenolik bileşikler, flavonoidler, likopenler gibi antioksidan maddeler nedeniyle bitkiler güçlü birer antioksidan olarak bilinir. Ancak, hayvansal antioksidanlar için farkındalık yeterli değildir. Hayvansal ürünlerdeki vitaminler, peptitler, amino asitler, karotenoidler, süperoksit dismutaz, katalaz, glutatyon peroksidaz gibi enzimler ve albümin gibi makro moleküller önemli birer antioksidandır. Doğal antioksidan potansiyeli ve besin değeri yüksek bir ürün olan süt, beyaz bir sıvı kompozisyonudur. Besin öğesi olarak protein, karbonhidrat, yağ grubu, mineraller olarak kalsiyum, fosfor, potasyum, çinko, vitamin olarak ise A, B, D, E ve K vitaminleri barındırmaktadır. Üretilen ve tüketilen sütün % 91’i ineklerden sağlanmakta, her geçen yıl artan süt üretiminde Hollanda, Almanya, Amerika, Fransa, İngiltere, Rusya, Polonya ve Türkiye ilk sıralarda yer almaktadır. Akıllı beslenme için stratejik bir gıda olan sütün çocukluk yıllarına mahsus bir ürün olarak algılanmasının değişmesi gerekmektedir. Önemli bir antioksidan olarak her yaş, her mevsim, her ortam için hayatın her döneminde süt kullanımı özendirilmelidir.

 

GİRİŞ

Her yaş için akıllı beslenme yeni bir konsepttir (Dündar 2015). Bu konseptin önemli besinleri arasında antioksidanlar yer almaktadır. Besinlerin sağlık, zindelik ve performansa etkisi, özellikle besin endüstrisinin hızlı biçimde geliştiği son otuz yılda daha iyi fark edilmektedir. Antioksidan ve hiperbesleyici kavramları, beslenme disiplininde klasik yaklaşımların değişmesine yol açmıştır. Dünya Sağlık Örgütü, insanların zaman ve ekonomik imkânlarının önemli bir kısmını sağlıksız-bilinçsiz beslenmelerinden kaynaklanan sorunlarını çözebilmek için harcadıklarını rapor etmektedir. Sağlık için gıda desteklerine aktarılan bütçe imkânlarının yüksek olması, tıp ve gıda disiplinlerinin dikkatlerini doğal ama yüksek nitelikli ürünlere yoğunlaştırmıştır. Sağlığı korumanın ve zinde yaşamanın daha ekonomik ve daha az risk içeren yollarla oluşturulması arayışları, AR-GE süreçleriyle yeni ürünlerin elde edilmesine, bazı doğal ürünlerin yeniden keşfedilmesine de yol açmaktadır. Örneğin süt ve yumurta gibi yüksek kaliteli besinler, doğal antioksidan içerikleri ve ulaşılabilirlikleri nedeniyle yeniden dikkatleri çekmektedir (Dündar 2001). Bu derleme, sütü güncel bakışla ele almayı, süt hakkındaki algının gözden geçirilmesini, sütün yüksek besleyiciliği yanı sıra önemli bir antioksidan gıda ve enerji içeceği oluşunu gündeme getirmeyi ve yanlış algıları gidermeyi amaçlamaktadır

SÜT

Tüm dünyada süt denildiğinde inek sütü anlaşılmaktadır. Bunun nedeni, içme sütlerinin, sütlü ürünlerin ve süt ürünlerinin önemli kısmının inek sütünden mamul olmasıdır. Süt, birçok gıdaya göre daha çok yaşamsal besin öğesi içeren bir sıvı gıdadır. İçerdiği bileşenler, organizmanın gelişebilmesi, hayatını sürdürebilmesi ve onarılabilmesi için gerekli olan organik ve anorganik maddelerdir. Bu özellikleri nedenle beslenme fizyologları sütü temel gıda maddesi olarak tanımlar (Metin 2012, Armas 2016). Ancak sütü sadece neonatal dönem ve çocukluk evresinin temel gıdası olarak algılayan yaklaşım çok yaygındır. Bu sebeple, “süt çocuğu, ağzı süt kokuyor” gibi bu yanlış algıyı destekleyen deyimlerle sık karşılaşırız. Yine bu algı nedeniyle lise ve üniversite kantinlerinde süt en az satılan ürünler arasında yer almakta, bazen satışa dahi sunulmamaktadır. Hayvansal gıdaların önemli bir elemanı olarak süt, proteinleri, yağları, karbonhidratı, vitaminleri, mineralleri, elektrolitleri ve sıvısı ile önemli bir antioksidandır (Velioğlu Öğünç 2011). Esansiyel amino asitleri nedenyile yüksek değerli süt proteini, yağ asitleri kompozisyonu ile süt yağı, kalsiyum, magnezyum, fosfor ve riboflavin gibi mineral madde ve vitaminleri ile süt tüm zamanların besini, antioksidan gıda katkısı ve enerji içeceğidir (Karakaya 2016). Sütn özgün kılan niteliklerden birisi, süt bezlerince sentezlenen ve sadece sütte bulunan laktoz, süt yağı, kazein, laktoglobulin ve laktoalbumin1 gibi besin öğeleridir (Fox 1992, Metin 2012). Süt hem bir antioksidan hem zengin antikor içeriği nedeniyle bir humoral savunma, hem de detoks sağlayan bir gıdadır (Gök 2006,Taşkın 2011). Bu özelliğini süte proteini, mineral maddeleri ve vitaminleri kazandırır. Süt proteini, amfoter özelliği sonucu asitleri ve bazları tamponlayabilir, toksik ağır metalleri ve diğer toksik maddeleri bağlayabilir. Bu nedenle kimya ve ağır sanayi endüstrisi ile kömür ocaklarında, kazan dairelerinde çalışanlara zehirlenmelere karşı korunmaları amacıyla antidot olarak süt ve yoğurt verilmektedir. Süt polidispers bir sıvıdır. Yani süt yağı emülsiyon halindedir, proteini kolloidal dispersiyon halindedir, laktoz ve mineral maddeleri ise gerçek çözelti halinde bulunur ve bu özellik süte çok farklı bir sindirim dinamiği kazandırır (Taşkın 2011, Metin 2012, Preira 2014). Süt, yeni doğan beslenmesinde, erişkinlerin temel gıda maddesi olarak normal beslenmede, süt mamulleri üretiminde, kazein ve laktoz imalatında, süt ürünleri ve sütlü gıdalar ile birçok diğer gıda maddesinin üretiminde yardımcı madde olarak kullanılmaktadır. Günümüzde süt doğal halinden başka, işlem görmüş değişik formlarda da kullanıma sunulmaktadır. Sütün doğal hali ve endüstriyel işlemler sonucu oluşturulan yaygın kullanılan bazı formları Tablo 1’de sunulmaktadır (Yılmaz 2010).

Tablo 1: Farklı süt tiplerini ve formlarını tanımlayan kavramlar

Kaliteli süt Düzenli hayvan bakımları, hastalıklarla mücadele, veteriner hekim kontrolleri yapılan, sağım, depolama ve nakil koşulları uygun işletmelerden elde edilen, bakteri yükü çok düşük, patojen içermeyen, ilaç ve kimyasal kalıntıdan ari süt.
Sokak sütü Sağlıklı hayvanlardan hijyenik olarak sağılıp sağılmadığı, tüketiciye ulaşana kadar soğuk zincir kurallarına uyulup uyulmadığı belli olmayan süt. Yukarıdaki hijyen ve soğuk zincir kurallarına uyan sokak sütü kalitelidir, kullanılabilir.
Çiğ süt Memeden çıktıktan sonra soğutulan, herhangi bir bileşeni alınmayan veya içerisine herhangi bir madde ilave edilmeyen, ısıl işlem görmemiş süt.
Pastörize süt 60 derecede 30 dakika veya 72 derecede 15 dakika veya bu sıcaklık-zaman etkisine eşdeğer sıcaklık-zaman kombinasyonları uygulanan süt
UHT süt 135 derecede 2-5 saniye ısıl işlem gören veya bu sıcaklık zaman etkisine eşdeğer etki sağlayan sıcaklık zaman sürecinde ısıl işlem görmüş süt
Süt tozu Arz fazlası çiğ sütün uzun raf ömrü ve piyasa regülasyonu amacıyla suyunun uzaklaştırılmasıyla kalan süt kuru maddesi olup sütten farklı bir ürün değildir.
Diyet (ligth) süt Ortalama % 3,5 civarındaki süt yağının en az % 30’unun sütten alınmasıyla oluşan ürün.
Tam yağlı süt Kompozisyonunda ortalama % 3,25 oranında doğal süt yağı içerir. Bu oranı oluşturmak için süte dışarıdan süt yağı eklenmez.
Yarım yağlı süt Düşük yağlı süt olarak da tanımlanır. Yaklaşık % 3,5 civarındaki süt yağının, sütteki oranının % 1’e indirildiği süt.
Yağsız süt Süt yağı miktarı % 0,5 veya daha azdır. Bu sütlerde, sütün doğallığı korunmak suretiyle süt yağları mümkün olduğunca alınmıştır.
Laktozsuz süt Doğal laktaz ilave edilerek içindeki laktozun parçalanması sağlanan, böylece laktozun daha kolay sindirilebilen glikoz ve galaktoza çevrildiği süt.
Zenginleştirilmiş süt Probiyotik, prebiyotik/lif, polifenol, peptid, sterol/stanol, mineral, vitamin ve balık yağı gibi fonksiyonel gıda katkıları ile zenginleştirilmiş süt.
Katkılı süt Meyve aroması, kakao gibi doğal veya kimyasal katkılar ilave edilmiş süt. Doğala özdeş bile olsa aroma, tatlandırıcı ve renklendirici içeren sütler önerilmez.
Anne sütü (insan) Alerjen bir protein olan ß-laktoglobulin içermez. Bebeğin beslenme, savunma, büyüme, dokusal gelişimi için gereken tüm besin öğelerini içerir.
Kolostrum, ağız sütü Doğumdan sonra 4-5. gün kadar salgılanan sarımsı renkli, tuzlu tatta, koyu kıvamlı, bileşimi normal sütten çok farklı, immunglobulinlerce zengin süt.
Albüminli süt Bileşiminde kazeine yakın oranda albumin ve globulin bulunduran sütler. İnsan sütü, at sütü, eşek sütü, köpek sütü, domuz sütü gibi sütler.
Kazeinli süt Bileşimindeki proteinli maddelerin önemli bir kısmı kazeinden oluşan sütler. İnek sütü, koyun sütü, keçi sütü.
Devam sütü Kalsiyum, demir, magnezyum, potasyum, çinko, B12, B6, Folik asit, E vitamini, Vitamin D , Vitamin A, Biotin gibi vitamin ve minerallerce desteklenmiş süt.
Süt serumu Kesilmiş sütün sıvı kısmıdır, teknik ifadesiyle “whey” olarak da bilinir. Sütün tedavi edici etkilerine sahip proteinleri ve besin maddelerini içerir.
Peynir altı suyu Peynir yapımı sırasında sütten ayrılan sıvı. Proteinlerce zengindir. Bu yan ürün toz haline getirilip peynir altı suyu tozu (PAST) olarak tanımlanır.

 

SÜTÜN BİLEŞENLERİ
Süt yaklaşık olarak %87 su, %4 – %5 laktoz, %3 protein, % 3 ila %4 yağ, %0.8 mineral ve %0.1 vitaminlerden oluşur. Protein gereksinimini karşılamak için iyi bir kaynak olan süt proteininin biyolojik değeri, 1.0 üzerinden 0.9’dur ve bu değer oldukça yüksektir. Proteinleri elzem amino asitlerden (izolöysin, löysin, lizin, metiyonin, fenilalanin, treonin, triptofan, valin, kısmi olarak histidin ve arginin) ve elzem olmayan amino asitlerden (alanin, aspartik asit, sistin, glutamik asit, glisin, prolin, serin, tirozin) oluşur ve % 20 whey, %80 kazein proteini şeklinde dengeli olarak bulunur. Protein dışında C ve A vitamini, B grubu vitaminlerden B12, riboflavinin, demir, kalsiyum, magnezyum ve fosfor mineralleri, sodyum, potasyum elektrolitleri açısından da iyi bir kaynaktır (Yılmaz 2010).

Tablo 2. Süt yağı düzeyinin sütün vitamin içeriği ve antioksidan kalitesine etkisi

100 g Tam yağlı Az yağlı Yağsız
Enerji (kcal) 62 47 34
Su (g) 88.1 89.1 90.5
Protein (g) 3 3.4 3.3
Yağ (g) 3.5 1.6 0.2
Karbonhidrat (g) 4.7 4.9 4.9
Kolesterol (mg) 13 8 1
A vitamini (mg) 59 22 0
D vitamini (mg) 0.05 0.05 0
B1 vitamini (mg) 0.04 0.04 0.05
B2 vitamini (mg) 0.14 0.11 0.05
Na (mg) 43 41 41
Ca (mg) 109 112 114
Mg (mg) 9 9 10

 

Sütün bileşimindeki organik ve inorganik maddeler, güncel analiz yöntemleri sayesinde daha ayrıntılı ve daha net olarak saptanabilmektedir. Günümüz verileri, sütte eser miktarda olanlar dahil 200 kadar besin maddesi ve süt bileşeni bulunduğunu bildirmektedir. Hayvan türlerine göre sütteki kuru madde % 11–38 arasında, yağ % 1,8–22,0 arasında, protein % 2,5–15,5 arasında, laktoz % 1,3–7,0 arasında, kül ise % 0,5–2,6 arasında değişebilmektedir (Tablo 3). Sütün kuru madde miktarı, temel besin maddelerinden oluşması nedeniyle önemlidir. Süt kuru madde kitlesi yağ ve yağsız kuru madde olarak tasnif edilir. Yağsız kuru madde, sütün yağ dışındaki ana besin bileşenler olan süt şekerini (laktozu), azotlu maddeleri, mineralleri ve diğer maddeleri içerir (Metin 2012, Preira 2014).

Tablo 3. Farklı sütlerdeki bileşenlerin mukayesesi (gram/100 gram)

Süt Toplam kuru madde Toplam protein Yağ Laktoz Mineraller
Anne/insan 13.1 1.3 4.2 7.0 0.6
İnek 12.6 3.7 3.4 4.7 0.7
Manda 20.6 7.5 7.5 4.8 0.8
Koyun 18.8 7.5 5.6 4.6 1.0
Keçi 13.2 4.5 3.6 4.3 0.8
Kısrak 11.2 1.9 2.5 6.2 0.5
Eşek 10.8 1.5 2.0 6.7 0.5

 

DOĞAL BİR ANTİOKSİDAN OLARAK SÜT

Normalde metabolizmanın bir ürünü olan serbest radikallerin istenmeyen düzeyde artışı ile oluşan oksidatif stres, hücre ve dokularda birçok zarara yol açarak, akut ve kronik hastalıkların etiyolojisinde rol oynar (Dündar 1999b, Aslan 1999). Bu fark edildiği için, güvenli,  doğal ve ekonomik antioksidan gıda takviyeleri, organizmanın antioksidan kapasite ve aktivitesini güçlendirmek kullanılmaktadır. Sütü, serbest radikal hasarı ve oksidatif strese karşı koruyucu bir antioksidanyapan içerik, laktoglobulin, laktoalbumin, albumin ve immunglobulinlerden oluşan antioksidan proteinleri, vitaminleri ve antioksidan aktiviteyi destekleyen mineralleridir. Süt, etkin ve güçlü antioksidanlar olan β-karoten, lutein, likopen, β-kriptoksantin ve zeaksantin bakımından zengindirler (Yılmaz 2010). Özellikle vitaminlerin antioksidan etkileri uzunca bir zamandır bilinmektedir. Örneğin, D vitaminin anneleri gebelik diyabetine karşı koruduğu, E vitamininin güçlü bir antioksidan olarak birçok hastalığa karşı koruma sağladığı, A vitamininin görmede ve güçlü bağışıklık sistemi oluşumunda etkili olduğu bilinmektedir (Dündar 1999a, Dündar 1999c). Süt hem suda hem yağda çözünen antioksidan vitaminleri içerir. Yağda çözünen vitaminlerin miktarı, dolayısıyla etkinliği sütün yağ miktarına bağlıdır. Düşük yağlı ve yağsız sütlerde A, D ve E vitamini azaldığı için, bu sütler antioksidan etkinliklerini önemli ölçüde yitirmektedir (Lindmark-Mannson 2000,Pihlanto 2006, Gök 2006). Süte antioksidan özellik kazandıran ve sütte yoğun olarak bulunan antioksidan vitaminler vücuda alındıklarında organizmanın oksidan-antioksidan dengesini beş temel antioksidan savunma yolundan en az biri ile sağlamaya çalışırlar: Radikallerin toplanarak temizlenmesi, radikal üreten kimyasal reaksiyonların durdurulması, reaksiyon hızının baskılanması, lipid, protein ve DNA moleküllerinde oluşan hasarın onarılması, hücresel kinaz kayıplarının önlenmesi, süperoksit dismutaz (SOD) gibi endojen antioksidan enzimler ile enzimatik olmayan antioksidanların sentezinin artırılması temel antioksidan etki yöntemleridir (Packer 1991 Jialal 1993 Van Der Meulen 1997). Oksidan-antioksidan dengesini korumada, süt içeriğindeki biotin, A vitamini, B12 vitamini, D vitamini, K vitamini, riboflavin etkili görülmektedir (Evelson 1997).

Süt, bir hayvansal ürün olması hasebiyle, hayvan dokusun antioksidan enzimleri SOD, katalaz (KAT), ve glutatyon peroksidaz (GSH-Px) sütte de bulunmaktadır. Bu enzimler antioksidan aktivitelerini alındıkları organizmada da devam ettirirler, böylece oluşan reaktif oksijen ve nitrojen türleri, bu antioksidan enzimlerce indirgenir. Örneğin, dismutasyon işlemi süperoksiti SOD katalizörlüğünde hirojen peroksite ve oksijene dönüştürür. Hidrojen peroksit ise GSH-Px ve KAT katalizörlüğünde aynı reaksiyonlarla indirgenir. Sütteki süperoksit ve hidrojen peroksit gibi antioksidan enzimler, radikallerin yüksek konsantrasyonlarının risk oluşturmasını önleyebilmektedir (Dündar 1999b).

Sütün bileşiminde yer alan sodyum, potasyum, magnezyum, çinko, kalsiyum gibi mineraller antioksidan aktiviteyi destekleyen rollere sahiptirler. Örneğin SOD aktivitesi çinko ve mangandan, GSH-Px aktivitesi selenyumdan destek almaktadır (Dündar 1999a, Aslan 1996). Bu enzimlerin toksik karakterli redüksiyon ürünlerini ortamdan kaldırmaları için, sütün işlenmesi sırasında enzimlerinin zarar görmemiş olması gerekmektedir.

Süt proteinlerin antioksidan etkileri de çok sayıda araştırmada bildirilmiştir. Bu araştırmaların önemli kısmı, süt proteinlerinin organizmada glutatyon (GSH) düzeyini arttırarak antioksidan etki gösterdiğini ileri sürmektedir (Flagg 1994, Ramos 2001, Ramos 2003). Süt proteinlerinin hücrelerde GSH düzeyini yükselterek lipit peroksidasyonunu önleyen etkisinin proteinlerindeki tiyol gruplarından kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada, N-etilenmaleimid’in -SH gruplarını bloke edebilme özelliğinden yararlanılarak, ortamda N-etilenmaleimid varlığında sütün lipit peroksidasyonunu önleyen antioksidan etkisinin ortadan kalktığı bildirilmiştir. (Yalçın 2010, Velioğlu Öğünç 2011). Süt proteinlerinin dokuları serbest radikal hasarına karşı korumada etkin bir antioksidan olduğu ve tedavi edici potansiyel taşıdığı, bu nedenle sütün günlük beslenme rutinimizde önemli bir antioksidan olarak da yer alması gerekliliği vurgulanmaktadır (Fernández 2014, Stone 2004).

SPOR İÇECEĞİ OLARAK SÜT

200 ml (bir su bardağı) yağlı süt, ortalama 8 gram protein, 13 gram karbonhidrat ve 8 gram yağ, 290 mg kalsiyum ve 107 gram sodyum içerir. Bu içeriğiyle sütün kas metabolizmasının gereksinim duyduğu enerjiyi sağlamada, kas sağlığını korumada ve kasları geliştirmede güvenli bir enerji içeceği ve besin olduğu söylenebilir (Karakaya 2016). Süt %80 oranında kazein içerir ve kazein yavaş sindirilen bir besin öğesidir. Bu nedenle kazein sporcuları olduğu gibi sedanter bireyleri de daha uzun süre tok tutar. Ayrıca kazein kas yapımına yardımcı olur. Whey veya peynir altı suyu olarak da tanımlanan süt serumu da proteince zengindir. Bu protein hızlı sindirilir ve sütte yaklaşık %20 oranında mevcuttur. Protein içeceklerinde bulunan bu proteindir, bu nedenle kas yapımı ve doku onarımında yardımcıdır.
Ayrıca süt, löysin, izolöysin ve valin aminoasitlerini ihtiva eden bir protein zinciri de içermektedir. Bir sporcunun en çok gereksinim duyduğu alt yapılardan birisi, uzun süren yoğun (maksimal) egzersizlerde ona destek olacak enerji depolarıdır. Sütteki karbonhidrat olan laktoz, vücudun boşalan enerji depolarını doldurmada kullandığı bir şekerdir. Ancak bazı bireyler laktozu sindiremese de, laktoz intoleransına karşı laktozsuz süt seçeneği mevcuttur. Fiziksel aktivite, antrenman ve spor aktiviteleri sırasında kalsiyum yoğun olarak kullanılır. Sütün kalsiyumca zengin oluşu bu noktada önemlidir. Kalsiyum yağ yakımını hızlandırıp kemikleri güçlendirir, hem de egzersiz sonrası oluşan kalsiyum açığını tamponlar. Bayanlarda yüksek osteoporoz riskine karşı da kalsiyum alımı, dolayısıyla süt önemlidir. Egzersizde ve gün içinde terlemeyle oldukça fazla su ve mineral kaybedilir. Yitirilen bu sıvının tamponlanmasında, % 87′si sudan oluşan süt güvenli bir içecektir. Spor ve antrenman süreçlerinde, kaslar ve dokulardaki sıvı kaybını yerine koymada ve fiziksel aktivite ile oluşan kas hasarının onarılmasında süt iyi bir süreç hızlandırıcıdır. Spor, fiziksel aktivite, antrenman ve müsabaka koşullarında süt alımının hızlı ve etkin sonuçlarından birisi de yorgunluk hissinin azaltılmasıdır. Sütün fiziksel aktiviteyi bir diğer destekleyici vasfı sodyum ve potasyum gibi elektrolitlerin fazla oluşudur. Egzersizde bozulan sıvı elektrolit dengesinin sağlanmasında, kasların kaybettiği su ve inorganik tuzları geri kazanmada süt önemli ve sempatik bir yardımcıdır. Egzersiz esnasında, hızlanan metabolik aktivite nedeniyle serbest radikal metabolitlerin miktarı artar. Bu koşullarda, oksidan-antioksidan dengeyi koruyacak besin öğeleri olan biotin, A vitamini, B12 vitamini, D vitamini, K vitamini, riboflavin gibi antioksidan vitaminler, sütün doğal antioksidan içeriğinde mevcuttur. Bu da, fiziksel aktivite, spor ve antrenman esnasında oluşabilen oksidatif ürünleri gidermede önemli rol oynar.

SÜT ALIMINDA ÖNERİLEN MİKTARLAR
Sağlıklı yetişkin bireylerin, zinde ve sürdürülebilir kaliteli, fizyolojik bir yaşantı için günde en az 400 ml doğal süt tüketmeleri önerilmektedir. Çocuklar, gençler, gebe ve emziren bireyler ile sporcuların günlük 600-800 ml süt içmeleri önerilmektedir. Önemli bir tokoferol kaynağı olması nedeniyle, beslenme fizyologları, günlük 4 mg tokoferol ve 8 mg tokotrienol ihtiyacının, süt yağındaki tokoferol ve tokotrienollerden temin edilebileceğini bildirmektedirler. Süt tokoferolleri bağırsakların üst kısımlarından hızla emilmekte, lenf yoluyla karaciğere ulaştırılmaktadır. Süt, içerdiği antioksidan vitaminler nedeniyle, bu döngüyü destekleyerek, zinde ve performanslı bir yaşam sürdürmede etkin role sahiptir. Bireyin yaşı, işi, cinsiyeti önemli olmaksızın, mevsim koşulları fark etmeksizin günlük diyette süt bu nedenle de yer almalıdır (Yılmaz 2010).

SIK KARŞILAŞILAN BİR SORUN: LAKTOZ İNTOLERANSI

Laktoz memeli sütünde bulunan süt şekeridir. Süt şekeri laktoza karşı intolerans, adolesan dönem ve sonraki yaşlarda karşılaşılan ve süt kullanımını psikolojik olarak etkileyen bir tablodur. Günümüzdeki endüstriyel gelişim, laktozsuz sütleri mümkün kılmaktadır, ayrıca bakterilerinin laktozu parçalayabildiği yoğurt, kefir gibi antioksidan süt ürünleri de mümkündür. Süt şekeri laktozu ince bağırsaklarda glikoz ve galaktoza parçalayan enzim laktazdır. Organizmada laktaz yoksa veya yeterli düzeyde üretilemiyorsa laktoz parçalanamaz, sindirimi ve emilimi sağlanamaz. Bu durumda, süt alımından sonra gaz, şişkinlik, karın ağrısı, bulantı, ishal, hatta baş ağrısı görülebilmektedir. Laktoz intöleransı primer ve sekonder olmak üzere iki şekildedir. Primer laktoz intöleransında enzim doğuştan hiç yoktur veya çok azdır. Sekonder intöleransta ise sonradan bir nedene bağlı olarak enzim yetmezliği gelişmiştir. Bunun en bilinen örnekleri çölyak, PEM, IBH gibi bağırsak mukozası harabiyeti sonucu oluşan hastalıklardır. Bu koşullarda laktozsuz sütler önerilir. Bu sütlere laktaz ilave edildiği için, sütteki laktoz glikoz ve galaktoza parçalanır. Glikoz ve galaktoz doğal şekerdir, sütü tatlandırır. Bu yüzden laktozsuz sütler, şeker ilave edilmediği halde diğer sütlere göre daha tatlıdır ve renkleri de daha sarıdır. Oysa laktoz içeriği dışında normal sütlerden farkı yoktur (Metin 2012).

İnek sütü alerjisi karşılaşılabilen bir diğer beslenme fizyolojisi sorunudur. Bağışıklık sisteminin sütteki proteinlere tepki verdiği inek sütü alerjisi tablosu, daha çok altı aylıktan küçük bebeklerde ve çocuklarda, inek sütü alımında, inek süt proteinine maruziyette görülmektedir. Sütü aldıktan kısa bir süre sonra kusma, kızarıklık, ateş gibi tablolar yaşayabilmektedirler. Bu durumda yapılacak ilk şey, diyetten süt ve süt ürünlerini çıkarmaktır (Metin 2012, Thorning 2016).

SONUÇ
Özellikle süt ve süt ürünleri büyüme ve gelişme yanı sıra antioksidan etkileri ile hastalıklardan korunmada, yavaş sindirilen bir besin olan kazein nedeniyle uzun süre tok tutarak zindelik ve kilo yönetimi ile iştah kontrolünde bizi desteklemektedir. Bu sebeple hayatın her aşamasında süt kullanımı, diyette süt ve ürünlerine yer vermek teşvik edilmelidir. Örneğin okul sütü uygulaması medya ve kanaat oluşturucular tarafından ödüllendirilmeli, bu uygulamanın daha cazip ve özendirici koşullarda devam etmesi ve geliştirilmesi için yöntemler araştırılmalıdır. Sütü özendirici kamu spotları devreye sokulmalıdır.

Sağlıklı yetişkinlerin, zinde ve sürdürülebilir fizyolojik yaşantı için yaklaşık 400 ml/gün, çocuklar, gençler, gebe ve emzirenler ile sporcuların 700 ml/gün doğal süt almaları önerilmektedir. Süt şekerine karşı intoleransı olanların laktozsuz sütleri tercih etmeleri, yoğurt, ayran, kefir gibi süt ürünlerine yönelmeleri uygun olabilir. Süte karşı tepki oluşumunun engellenmesi amacıyla, laktoz intoleransı olanlar önceden belirlenebilmeli ve eğitilmelidir.

İçerdiği protein, lipid, karbonhidrat bileşenleri, kas metabolizmasının gereksinim duyduğu enerjiyi sağlamada, kas sağlığını korumada ve kasları geliştirmede sütün güvenli, cazip, ekonomik bir enerji içeceği ve sporcu besini olduğu öne çıkarılmalıdır. Süt % 80 oranında yavaş sindirilen bir besin olan kazein içermektedir. Kazein sporcuları da daha uzun süre tok tutmaktadır. Kazein kas yapımına yardımcı olması sebebiyle de fiziksel aktivite ve antrenman süreçlerinde önemlidir. Whey veya peynir altı suyu olarak da tanımlanan süt serumu proteininin kas yapımı ve onarımına yardımcı olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Günlük beslenmesinde yeterince süt alan bireylerin antioksidan desteği, protein desteği, enerji desteği gibi isimler altında ilave gıda takviyelerine ve besin katkılarına bütçe ayırmak zorunda olmayacakları söylenebilir.

Sonuç olarak, oksidan-antioksidan dengeyi destekleyen önemli besin öğelerine sahip olan sütün risksiz, doğal ve güçlü antioksidan içeriği yanı sıra ekonomik bir gıda oluşu fark edilmeli ve değerlendirilmelidir.

LİTERATÜR
Armas L. A, Frye CP, Heaney RP. (2016) Effect of cow’s milk on human health. In Beverage Impacts on Health and Nutrition p: 131-150. Springer.

Aslan R, Şekeroğlu MR, Tarakçıoğlu M. (1996) Diyaliz Hastalarında İz Element ve Antioksidan Enzim İlişkisi. Diyaliz Transplantasyon ve Yanık Dergisi 9(1): 39-42.

Aslan R. (1999) Homeostatik Mekanizmanın Korunması ve Sağaltımda Antioksidanlar. İlaç ve Tedavi Dergisi 12(8):475-80.

Dündar Y, Aslan R. (1999a) Oksidan-Antioksidan Denge ve Korunmasında Vitaminlerin Rolü. Hayvancılık Araştırma Dergisi 9(1-2): 32-39.

Dündar Y, Aslan R. (1999b) Hücre Moleküler Statüsünün Anlaşılması ve Fizyolojik Önem Açısından Radikaller-Antioksidanlar. İnsizyon Cerrahi Tıp Bilimleri Dergisi 2(2): 134-142.

Dündar Y, Aslan R. (1999c) Bir Antioksidan Olarak Vitamin E. Genel Tıp Dergisi 9(3): 109-116.

Dündar Y. (2001) Fitokimyasallar ve Sağlıklı Yaşam. Kocatepe Tıp Dergisi 2:131-138.

Dündar Y. (2015) Mutluluk Yönetimi: Akıllı Beslenme s:65-71. ISBN: 978-605-87210-9-8

Evelson P, Ordonez CP, Llesuy S, Boveris A. (1997) Oxidative stress and in vivo chemiluminescence in mouse skin exposed to UVA radiation. J-Photochem-Photobiol-B. 38(2-3): 215-9.

Fernández FE, Martínez HJ, Martínez SV, Moreno VJ, Collado YL, Hernández CM, Morán RF. (2014) Consensus document: nutritional and metabolic importance of cow’s milk. Nutricion hospitalaria, 31(1): 92-101.

Flagg EW, Coates RJ, Eley W et al. (1994) Dietary glutathione intake in humans and the relationship between intakeand olasma total glutathione level. Nutr Cancer, 21: 33-39.

Fox PF, Flynn A. (1992) Biological properties of milk proteins. In: Fox PF, ed. Advanced Dairy Chemistry. Vol. 1. London, Elsevier: 255-284.

Gok V, Kayacıer A, Telli R. (2006) Hayvansal ve mikrobiyal kaynaklı doğal antioksidanlar. Gıda Teknolojileri Elektronik Dergisi. 1(2): 35–40.

Jialal I. And Fuller CJ. (1993) Oxidized LDL and antioxidants. Clin. Cardiol. 16: 16-19.

Karakaya H, Bakan K, Vural A. (2016) Süt ve süt ürünlerinin sporcu beslenmesindeki rolü. TURAN-SAM Uluslararası Bilimsel Hakemli Dergisi, 8(30): 208-213.

Lindmark-Mannson H, Akesson B. (2000) Antioxidative factors in milk. Br J Nutr. 84: 103-110.

Metin M. (2012) Süt Teknolojisi Sütün Bileşimi ve İşlenmesi.  Ege Üniversitesi. ISBN, 9754832792

Packer L. (1991) Protective role of vitamin E in biological systems. Am. J. Clin. Nutr. 53:1050-55

Pereira PC. (2014) Milk nutritional composition and its role in human health. Nutrition, 30(6), 619-627.

Pihlanto A. (2006) Antioxidative peptides derived from milk proteins. Int Dairy J. 16: 1306-1314.

Ramos EAP, Xiong YL. (2001) Antioxidative activity of whey protein hydrolysates in a liposomal system. J Dairy Sci. 84: 2577-2583.

Ramos EAP, Xiong YL. (2003) Whey and soy protein hydrolysates inhibit lipid oxidation in cooked pork patties. Meat Sci. 64: 259-263.

Stone WL, Smith M. (2004) Therapeutic uses of antioxidant liposomes. Molec Biotech. 27: 217-230.

Taşkın B, Bağdatlıoğlu N. (2011) Süt ve fermente süt ürünlerinin antioksidan özellikleri. Akademik Gıda. 9(5): 67-74.

Thorning TK, Raben A, Tholstrup T, Soedamah-Muthu SS, Givens I, Astrup A. (2016) Milk and dairy products: good or bad for human health? An assessment of the totality of scientific evidence. Food & nutrition research, 60(1): 325-27.

Van-Der-Meulen JH, McArdle A, Jackson MJ, Faulkner JA. (1997) Contraction-induced injury to the extensor digitorum longus muscles of rats: the role of vitamin E. J. Appl.Physiol. 83(3): 817-23.

Velioğlu Öğünç A, Yalçın AS. (2011) Süt serumu proteinlerinin in vitro koullardaki antioksidan etkileri. Marmara Eczacılık Dergisi. 15: 18-24.

Yalçın AS, Türkoğlu M. (2010) Süt Serumu Proteinlerinin Lipozomlanması. Marmara Medical Journal 23(1): 22-29.

Yılmaz İ. (2010) Antioksidan İçeren Bazı Gıdalar ve Oksidatif Stres. İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 17 (2): 143-153.

Genel kategorisine gönderildi | Doğal Bir Antioksidan ve Enerji İçeceği: SÜT için yorumlar kapalı

Tamamlayıcı Tıbbi Yaklaşımların Kanıta Dayalı Tıbba Dönüşümü

Günümüzde Tıbbi Konseptin Adı: Kanıta Dayalı Tamamlayıcı Tıp

Recep ASLAN

 ÖZET

Tamamlayıcı tıbbi usuller ve formüller etki mekanizmaları bilimsel olarak henüz kanıtlanmamış yaklaşımlardır; bir inanış veya tecrübe kökenli bu bilgi, uygulama ve yöntemlerin çoğu hipotez yani önerme konumundadır. Bilimsel yöntemlerle henüz kanıtlanmamış olmaları onların bilimsel bir mekanizmalarının olmadığı anlamına gelmediği için, önyargıdan uzak bilimsel otoriteler, tamamlayıcı tıbbi öneri ve teknikleri kanıta dayalı hale getirmeye çalışmakta, hatta konvansiyonel tıpla hibrit uygulamalar geliştirmektedirler. Ülkemiz tıbbı da, hem beşeri hem de veteriner hekimliği alanında holistik yaklaşımları önemsediğini göstermektedir. Türkiye Bilimler Akademisi, Sağlık Bakanlığı, üniversitelerin tıp ve veteriner fakültelerinin bu alandaki çalışmaları, bu sürece ait somutlaşmış uygulamalar artmıştır. Tamamlayıcı tedavi yöntemleri üzerine araştırma ve tezler, tarihi kaynaklardaki ilaç formüllerinin ilaç AR-GE ekosistemine dâhil edilmesi, tamamlayıcı tıp ürünlerinin ruhsatlandırılması temalı çalıştay, kongre, sempozyum ve etkinlikler, TÜBA, üniversiteler, Sağlık Bakanlığı ve STK’ların bu alandaki çalışmaları önemli göstergelerdir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün tamamlayıcı tıp temalı etkinliklere destek vermesi de önemli bir kazanımdır. Dünyada ve ülkemizde tamamlayıcı tıbbi uygulamalara ve ürünlere rağbet artmaktadır. Çok zengin bir folklorik tedavi hafızasına sahip olan kültürümüz, günümüz tıbbının uyguladığı birçok teknik ve tedavinin ilham kaynağıdır. Mikrobiatayı geliştiren beslenme usulleri, zindelik ve tedavi amaçlı çayları, macunları, şerbetleri, akıl ve ruh sağlığını koruyan tekkeleri, kıraathaneleri ve köy odaları bu açıdan incelenmektedir. Artan ilgi tamamlayıcı tıbbın kapsamını genişletmekte, standartlarını netleştirmektedir. Tıp, veteriner hekimliği, diş hekimliği fakültelerinin müfredatına girmesi gereken kanıta dayalı tamamlayıcı tıp, tedavi protokolleri ve uygulamalarının hızlanmasına, ruhsatlandırma ve sertifikasyon hizmetlerinin artmasına da zemin hazırlayacaktır. Ayrıca helal tıbbi ürün ve ilaçların geliştirilmesi sürecini de destekleyecektir. Kanıta dayalı tamamlayıcı tıp çalışmaları ve uygulamalarında hedef, koruyucu tıbbı teşvik etmek, insan ve hayvan refahı yanı sıra sağlık ekonomisini iyileştirerek uygun, etkin ve etkili sağlık hizmeti sunabilmektir. Sağlık ve tıp alanındaki bilgi ve tecrübe birikimini geleneksel tıp ve modern ikileminden kurtararak bilimsel platformda uzlaştırıp insan ve hayvan sağlığının hizmetine sunmaktır.

GİRİŞ

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de birçok hekim ve hasta tamamlayıcı tıbbi yöntemleri merak etmekte, önemsemekte, sağlığına kavuşabilmek veya zinde kalabilmek için denemek istemektedir. Tamamlayıcı tıp bakışını temel alan uygulamalar, hastanın kendini iyi hissetmesi, immün sisteminin güçlendirilmesi, sağlık ekonomisi, tedavi güvenliği ve hasta tercihinin önemsenmesi gibi nedenlerle giderek yaygınlaşmaktadır. Daha çok güncel tıbbın radikal iyileşme sağlayamadığı kronik hastalıklarda tercih edilen bu uygulamalar, kronik hastalık insidansının yüksek olduğu gelişmiş ülkelerde yükseliştedir. Müstahzar ilaçların tedavi etkinliği, maliyet iyileşme oranı sorunları nedeniyle kanıtlanmış geleneksel ürün ve teknikleri cazip kılmaktadır (Alkin 2015). Kanserler, diyabet, psikolojik ve bilinçsel bozukluklar, kardiyovasküler hastalıklar ve solunum rahatsızlıkları gibi kronik hastalıkların, önümüzdeki 20 yılda küresel ekonomiye 47 trilyon dolar yük getireceği öngörülmekte, her sene ortalama 36 milyon insanın ölümüne yol açan bu hastalıkların öncelikli risk olduğu kabul edilmektedir (Anonim 2011). WHO, bulaşıcı olmayan hastalıklara bağlı ölümlerin 2030 yılında 52 milyona ulaşmasının önlenebilmesi için tamamlayıcı tıbbi yöntemlerin dikkate alınması gerektiğini, bunun kişi başı yıllık sadece 1,2 dolar sağlık harcamasına tekabül edeceği, bu yolla kronik hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde ilerlemeler sağlanabileceğini rapor etmiştir (Bodeker 2005, Anonim 2011).

Alternatif tıp konvansiyonel tıbbi uygulamalar yerine diğer yöntemlerin kullanılmasıdır. Geleneksel tıp, tarihsel geçmişi olan ve dini inanışlar ile toplumsal tecrübelere dayalı tıptır. Tamamlayıcı tıp ise, endike tıbbi tedavi protokolleri yanı sıra geleneksel pratiği olan bitki, hayvansal ürün, ses, koku, renk, hareket, telkin gibi teknikleri kullanmaktadır (Bodeker 2005, Anonim 2008, Bivins 2010, Eisenberg 1998, Astin 1998). Tamamlayıcı uygulama ve ürünlere uzunca bir süre duyarsız kalınmış olması, konvansiyonel tıbbın bilimsel faydası ölçülebilen yöntemleri kabul etmesindendir. Bu hassasiyet zamanla bir önyargıya dönüşse de konvansiyonel tıbbı dışlamak, küçümsemek doğru bir yaklaşım olmaz (Mc Neil 1982,Tindle 2005). Yerleşik tıbbi anlayış, tamamlayıcı ürün ve uygulamaları tamamen veya kısmen ret ve tamamen kabulden oluşan üç ana bakış açısına sahiptir (Tokaç 2013).

GELENEKSEL TIP UYGULAMALARININ KAPSAMI GENİŞLİYOR

Tamamlayıcı tıp kapsamında ele alınan bitkisel ve diğer ürünler ile tedavi ve hizmet sunumunda kalite ve güvenlik standartlarının belirlenerek bu alanın lisans eğitiminden itibaren kurumsallaştırılması ve denetim altına alınması çalışmaları ülkemizde de yoğunlaşmıştır. Son yılların sıkça tartışılan konularından hacamat, fitoterapi, akupunktur gibi uygulamalar bilimsel araştırmalar ve sağlık otoritelerince yeniden mercek altına alınıyor. Bununla amaçlanan süreçlerden birisi, tamamlayıcı tıbbın merdiven altı olarak tanımlanan koşullardan kurtarılması, suiistimallerin önlenmesi, insan ve hayvan sağlığının güvenlik sınırlarının korunmasıdır. Konvansiyonel tıbbın uzun yıllar küçümsediği folklorik teknikler, geleneksel formüller ve tedavi yöntemleri, günümüzde özellikle gelişmiş ülkelerde bilimsel olarak önemsenerek kanıta dayalı yöntemler haline getirilmeye çalışılıyor (Mc Neil 1982,Tindle 2005). Örneğin kanser hastalarına bağışıklık sistemini destekleyen bitkisel tedaviler, bazı onkologların tedaviyi olumsuz etkileyeceği düşüncesine rağmen, tüm dünyada bir seçenek olarak sunuluyor (Jeswani 2010). Tamamlayıcı tıp uygulamalarına bazı hekimler ve araştırmacıların karşı çıktığı, hastalara zarar verdiğini ileri sürdükleri, modern tıbbın tanı ve tedavi yöntemleri dışına çıkılmaması gerektiği konusunda ısrarcı oldukları biliniyor (Mishori 2011). Ancak modern tıbbın yeterince başarı sağlayamadığı kronik ve bilişsel hastalıklar gibi radikal bir iyileştirme sağlanamayan hastalıklarda, özellikle kronik hastalık insidansının yüksek olduğu gelişmiş ülkelerde tamamlayıcı ürün ve tekniklere meyil, tamamlayıcı tıbbi uygulamaların yükselişi dikkat çekicidir (Tokaç 2013). Artan kronik ve ruhsal hastalıklara bağlı sağlık harcamalarının bireyler ve hükümetler için önemli ekonomik bir sorun haline gelmesi de alternatif ve tamamlayıcı tıbbi uygulamalara yönelişi hızlandırmıştır. Müstahzar ilaçların maliyet iyileşme oranlarına yönelik bulgular da bu teknikleri ve ürünleri olmazsa olmaz kılmaktadır (Alkin 2015). Ancak bu tür uygulamalara yönelirken bilinçli olmak, etkinliği kanıtlanmamış uygulamalardan uzak durmak, bu yöntemlerin yetkin tabip, veteriner hekim ve diş hekimlerinin kontrolünde uygulamasına müsaade etmek çok büyük önem taşımaktadır.

Her üç hekimlik için geçerli bir kuraldır ki, hekim öncelikle hastasını olduğu gibi kabul etmek ve empati yapmak zorundadır. Bireyin kendini rahat ve iyi hissetmesine müsaade ederseniz, kararlara saygılı olursanız ve karşınızdakini dikkatle dinlerseniz, kişinin kendini iyi hissetmesinin yolunu açarsınız (Dündar 2016). Alternatif veya tamamlayıcı tıp yöntemleri hastanın inanış, duygu ve tercihlerine özen gösteren yaklaşımlar olmaları durumunda tedavi etkinliği artmaktadır. Yaygın kullanılan tamamlayıcı tıbbi yöntemler tabloda özetlenmiştir (Aslan 2016).

Yöntem Yöntem
Tıbb-ı Nebevi (İslami tıp) Hipertermi (vücut ısıstma)
Anadolu halk hekimliği Detoksifikasyon terapisi
Hacamat (kan alma) Şelasyon terapisi
Sülük tedavisi Osteopati
Dağlama/koterizasyon Diyet takviyesi ile tedavi
Akupunktur Biyoenerji tedavisi
Çin akupunkturu Terapötik dokunuş, temas
Elektro akupunktur Parapsikolojik terapi
Lazer akupunktur Aleksandr tekniği
Aurikular terapi (kulak akupunkturu) Refleksoloji
Kuru iğneleme, intramuskuler stimülasyon Feldenkrais metodu
TENS (Transcutaneous electrical nerve stimulation) Kraniosakral terapi
Manyetik akupunktur kupaları (Cuppling) Fitoterapi (bitkilerle tedavi)
Manyetik alan tedavisi Apiterapi (arı ile tedavi)
Homeopati Equinoterapi, hippoterapi (atlarla tedavi)
Homeopati Pulsatilla Delfinoterapi, (yunuslarla tedavi)
Ozon Tedavisi Medikal hidroloji
Oksijen (Singlet Oksijen Enerji) tedavisi Termal Banyo
Oksiterapi, karboksiterapi Kaplıca tedavisi
Oksihemoterapi (major ozon terapisi) Hidroterapi (buz, su, buhar tedavisi)
Hidrojen peroksit terapisi Balneoterapi (mineralli termal tedavi)
İnfraruj/infrared (kızılötesi ışın) tedavisi SPA tedavisi
Nöral Terapi Talassoterapi (deniz suyu ile tedavi)
Biofoton terapisi Fangoterapi (çamur terapisi)
Mezoterapi-lipoliz, elektrolipoliz Peloterapi (kil tedavisi)
Hipnoz, hipnoterapi İnhalasyon terapisi
Ortomoleküler tıp Radon inhalasyon terapisi
Kolonik yıkama İçme terapisi
Masaj Speleoterapi (tuz mağaraları tedavisi)
Shiatsu masajı Müzikoterapi (müzikle tedavi)
Rolfing metodu ile masaj Relaxationtherapy (rahatlama tedavisi)
Ayurveda (geleneksel Hint tıbbı) Dinleme ve kabul tekniği
Aromaterapi Kromoterapi (renklerle tedavi)
Geleneksel Çin tıbbı Martial arts terapi (dövüş sporları ile terapi)
Johrei İridology (iris okuma tekniği)
Siddha Kristaloterapi (taşlar ve kristallerle tedavi)
Unani Moxibustion (yakı) tedavisi
Çigong (qigong) terapisi Makrobiyotik diyet terapisi
Yoga Helioterapi (güneş ışınları ile tedavi)
Tui Na Orinoterapi, urotherapy (idrar ile tedavi)
Meditasyon Fototerapi, fotodinamik (ışık ışınlarıyla) tedavi
Reiki Mesoterapi (mezodermal enjeksiyon)
Feng Shui teorisi Paleolitik terapi (geçmiş yaşam terapisi)
Kelime hijyeni Radyonik (elektro-manyetik etkileşim) terapisi
Kriyoterapi Plates (kontroloji, denge) tedavisi

 

Tamamlayıcı yöntemlerin tıpta ve veteriner hekimliğinde uygulanması yaygınlaşmaktadır. Örneğin, her tür kanamayı milisaniyeler içinde durdurabilen, ısırgan otu, asma yaprağı, havlıcan, meyan kökü ve kekik bileşimli bir preparat tıp eğitimi almamış bir araştırmacı tarafından geliştirilmiş, bu ürün cerrahi operasyonlarda kullanılmaya başlamıştır. Bu bitkisel karşım, saliseler içerisinde bir network oluşturarak fibrinojenle etkileşime girmekte, eritrosit agregasyonu sağlayarak doku onarımına müsaade edecek bir hemoztazı sağlamakta ve tıpta bilinen yollar dışında farklı bir kanama durdurma mekanizması ile çalışmaktadır. Bu mekanizma normal hemostaz değerlerine sahip bireyler gibi birincil ve ikincil hemostazı sorunlu bireylerde de çalışmaktadır (İbis 2008). Veteriner hekimlikte de bu alanda duyarlı adımlar dikkat çekmektedir. Hayvan davranışları, hayvan psikolojisi, psikolojik fizyoloji, hayvan refahı yaklaşımları önem kazanmaya, folklorik veteriner hekimliği kültürü ve alternatif tıbbi yöntemlerin araştırıldığı çalışmalar yoğunlaşmaktadır (Birch 1997, Meregillano 2004, Sinmez 2011, Anonim 2015). Veteriner halk hekimliğinde kan akıtmaya dayalı yöntemler bilinmektedir. Bunlar daha çok topallıklar, arpalama, toksikasyonlar, gurm, ikterus, enterotoksemi, koyun keçi ciğer ağrısı, delibaş gibi olgularda kullanılmaktadır (Yiğit 2015). Homeopatik ilaçlarla tedavi bir diğer öne çıkan tekniktir. Bu ilaçların mineral ve bitkilerden üretilmeleri ve çok seyreltik olmaları, yan etkilerinin neredeyse hiç olmamasını sağlamaktadır. Hastalıklar için homeopatik preparatların bilgisi ve hazırlanışı Materia Medica adlı kitaptan alınmaktadır (Anonim 2015). Farklı ürün ve uygulamalardan oluşan sayısız tamamlayıcı tıbbi yaklaşımı hayvanlarda ve insanlarda uygulanmaya, bunları benimsemeyen hekimlerce devam edilmektedir (Churchill 1999). Ancak günümüz hekimliği büyük çoğunlukla kanıta dayalı tıp yaklaşımını benimsemektedir. Her alandaki tamamlayıcı tıbbi uygulamaları bu nedenle de kanıta dayandırmak bir ihtiyaçtır. Hekimlerin güvenilirlik ve sorumluluklarını artırarak, onların etik ilkelere bağlı, hesap verebilir uygulamalar yapmalarını sağlamak gibi nedenler de bu süreci zorunlu kılmaktadır (Şahinoğlu 1994, Khan 2012). Kanıtlayıcı çalışmalar, WHO, TÜBA, TÜBİTAK, Sağlık Bakanlığı ve üniversitelerin de desteğiyle son yıllarda artmıştır. Bu nedenle tüm dünyada tamamlayıcı tıbbi yöntemlere başvuru düzeyi artmaktadır. Gelişen ülkelerde % 80, gelişmiş ülkelerde % 50’nin üzerine bir tercih görülmektedir (Waldman 2012). Modern tıptaki başarısızlıklar, yüksek ilaç ve uygulama maliyetleri gibi nedenler de tamamlayıcı yöntemlere yönelimi artırmaktadır (Bodeker 2002, Khan 2012). Daha doğal olan bu tedavilerin daha iyi olduğuna da inanılmakta, denemeye değer bir alternatif olarak görülmektedirler (Jeswani 2010). Birçok ülkede geleneksel, alternatif ve tamamlayıcı tıp uygulamalarına ilişkin kamu birimleri, üniversitelerde anabilim dalları, araştırma enstitüleri, bu uygulamaları kanıta dayalı hale getirmek ve güncellemek üzere çalışmalar yapmaktadır (Aydın 2012). Güncelleme sürecinin ilk ve en önemli adımı bu uygulamaların lisans ve lisansüstü eğitim müfredatına dâhil edilmesi olacaktır. Bütün bunlara rağmen tamamlayıcı tıbbi uygulamalara karşı ön yargı tamamen kalkmış değildir. Konvansiyonel hekimlik alanlardaki uzmanlıklar, lisans ve lisansüstü eğitim sonucu oluşurken, tamamlayıcı tıp alandaki uzmanlıkların kısa süreli kurs ve seminerlerle elde ediliyor olması eleştirileri besleyen bir husustur.

Tamamlayıcı tıp aynı zamanda koruyucu bir yaklaşım olması nedeniyle insan ve hayvanın psikolojisiyle, nasıl beslenildiğiyle de ilgilenir. Zihin sağlığı ve duygu durum korunarak, beslenmeyi akıllı ve doğru yaparak birçok potansiyel hastalığı önleyebilmek mümkündür. Koruyucu yaklaşımlar yanı sıra fiilen yapılan terapotik uygulamalar da sağaltıcılıkları yüksek teknikler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Örneğin sülük tedavisi, mikrocerrahide, kopan uzuvların ve kesilerin iyileşmesi için postoperatif dönemde uygulanmaktadır. Sülük salgısı damarları açarak iyileşme sürecini hızlandırmaktadır. Binlerce yıldır kullanılan sülük tedavisi, tıbbi otoritelerce uzun yıllar göz ardı edilmiş, ancak şimdilerde fitoterapi ve akupunktur gibi önemsenen teknikler arasına girmeyi başarmıştır. Kanser tedavisinde hastaya radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi üçlüsünden oluşan bir tedavi seçeneği önerilmekte, hasta tedavisini bitkisel ve diğer takviyelerle desteklemek istediğinde sıcak bakılmamaktadır. Kemoterapinin bağışıklık sistemini çökerttiği bilinmektedir. Kanserli hastanın bağışıklık sistemi ne kadar güçlüyse mücadele gücü o kadar artar. Bu gerçeklik nedeniyle, birçok ülkede kanser hastalarına bağışıklık sistemini destekleyen fitoterapi ve tamamlayıcı tıbbi protokoller seçenek olarak sunulmaktadır (Akyürek 2016). Diyabet tedavisinde de modern tıp, semptomları baskılayan ilaçlar önermektedir. Hâlbuki etkinliği kanıtlanmış tamamlayıcı ürünler ve tedavilerle radikal sonuçlar alınabilmektedir (Astin 1998). Ancak bütün bu uygulamaların bilimsel olarak kanıtlanabilir nitelikte olması aranmakta, tedavilerin hekimler tarafından yapılması istenmektedir (Şahinoğlu 1994). Bir diğer önemli nokta sosyal güvenlik desteğidir. SGK yeni bir ilaç onayı vereceğinde özellikle faz III denilen 500 ila 1000 hastanın katıldığı çalışmaların sonuçlarına bakıp bu tedaviyi sosyal güvence kapsamında ücretsiz sunuyor. Sülük, akupunktur, fitoterapi gibi uygulamaların karşılaştırmalı, etik kurallara uygun faz III nitelikli bilimsel çalışmalarının da uluslararası güvenliği yüksek dergilerdeki yayınları referans alınarak değerlendirilmeleri ve SGK kapsamına alınmaları önerilebilir. Yani bir ilaç firmasından istenen arkaplan, sülük uygulaması yapandan da istenmelidir. Fitoterapi ajanlarının büyük çoğunluğunun gıda takviyesi niteliğinde ürünler olması nedeniyle, bunlar ilaçların geçtiği aşamalardan geçmeden piyasaya çıkmaktadır. Bu ise önemli bir güvelik sorundur. Bir ürünün bitkisel olması, onun kesin olarak her koşulda yararlı olduğunu göstermediği gibi, normal koşullarda antioksidan ve yararlı bazı bitkisel ürünler, ilaçlarla etkileşime girebilmekte, uygulanan tıbbi tedavinin etkili olmasını önleyebilmekte, kemoterapinin yan etkilerini artırabilmektedir. Greyfurt ve nar bu konuda bilinen örneklerdir. Bu meyvelerin kemoterapi sırasında alınması, ilaçların etkilerini azaltırken toksik etkileri artırabilmektedir (Sarışen 2005, Anonim 2018). Benzer şekilde, yan etkisi olmadığı düşünülen birçok tamamlayıcı tedavi yöntemi kanser tedavisiyle etkileşebilmektedir. Bu konuda uzmanlık eğitimi almadan sadece bir sertifika programı ile tamamlayıcı kanser tedavisi yetkinliği verilmesi hastalara zarar verebilir. Birçok araştırma, tamamlayıcı kanser tedavisi alan hastaların yaşam süresinin, tıbbi tedaviyle desteklenmiş tamamlayıcı tedavi alan hastaların yaşam süresinin yarısı kadar olduğunu bildirmektedir.  Örneğin, radyoterapi kemoterapi gibi uygulamalar devam ederken vücut bütünlüğünü bozan hacamat, sülük uygulaması gibi müdahaleler risklidir. Enfeksiyon, yara yeri iyileşme sorunu ve kanamaya neden olabildikleri için, bunlar kanser tedavisi sonrası düşünülmelidir. Onarıma yardımcı bu uygulamalar aslında kanser tedavi edici değillerdir. Benzer şekilde kan sulandırıcı preparatlar kullananların veya tedaviye bağlı kan değerlerinde düzensizlik olan hastaların da hacamat, sülük gibi uygulamalardan uzak durması gerekir. Tamamlayıcı tıbbi uygulamalar tedavi ile etkileşmeyecek uygun preparatlar ve teknikler seçilerek yapıldığında, tedaviye bağlı yan etkilerin azalmasını, iyileşme oranının artmasını ve bağışıklık sistemini desteklemektedir. En önemli sonuçlardan birisi de hastanın kendini daha iyi hissetmesi ve yaşam kalitesinin artmasıdır (Bodeker 2002, Akyürek 2016).

GELENEKSEL VE MODERN TIP BİRLİKTELİĞİ

Beşeri hekimlik ve veteriner hekimliği alanlarındaki tıbbi uygulamalar insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak modern tıbbın bu uygulamaları kabullenmeye başlaması çok yenidir. Yeryüzünde insanın yaşamaya başlaması ve hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte hastalık ve yaralanmalarla karşılaşan insan, tedavi için arayışlara girmiş, çevresindeki hayvanları gözlemlemiş, bitkileri denemiş, hissinde açığa çıkan ilham kaynaklı bilgileri ve tecrübelerini değerlendirerek birçok yöntem, malzeme ve terkip geliştirmiştir. O gün için yeterli olan bu uygulamalar, bugün belki yeterli olmayabilir. Ancak o uygulamayı oluşturan bakış açısı incelenmelidir. Bu yolla inovasyon ekosistemine katkıda bulunulabilir, o uygulamaları güncelleyebilir ve hibrit uygulamalar oluşturulabiliriz.

Uluslararası bilim, sağlıkla ilgili tecrübeyi geleneksel ve modern olarak çarpıştıran algıya sıcak bakmamakta, her ikisini bilimsel referansla bir araya getirme sürecini önermektedir. Önyargılara dayalı kısır çekişme değil de bilimin ışığında ikisinden birden yararlanma, hatta iki ekolü bir yapma süreci tercih denenmeye başlanmıştır. Geleneksel folklorik tıbbi uygulamalar, tarihsel süreçte insan ve hayvan sağlığına büyük katkılar sağlamış, sonra modern hekimlik devreye girmiştir. Bu süreçte ön yargı, tartışma ve çatışmalar yaşansa da her iki ekolü birleştiren yaklaşımlar geliştirilmiştir (Bivins 2010, Aydın, 2012, Anonim 2018). Böylece, geleneksel olan modern olanın alternatifi değil, tamamlayıcısı görülmektedir. Geleneksel denilen bilgi de modern bakış açısı da insanlığın ortak mirasıdır, rakip ve alternatif değillerdir. Bu bakış açısı doğrultusunda, uygulama ve uygulayıcı standartlarının oluşturulması, geliştirilmesi, somutlaşması gerekmektedir. Türkiye’nin entegrasyon ve standardizasyon açısından bu alanda önemli mesafeler kat ettiği söylenebilir. Günümüzde 15 adet tamamlayıcı tıp tekniği, onaylı hastanelerde uygulanmaktadır. Bu uygulamalar için hekim endikasyonu esas alınmaktadır (Sezika 2001, Bulduklu 2015, Anonim 2018). Sürecin veteriner hekimliği alanında da başlatılması zorunluluktur.

GELENEKSEL TERKİPLERDEN YERLİ İLACA 

1839 yılında başlayan geleneksel tıptan kopuş şimdilerde durmuştur. Geleneksel ürünlerin gün ışına çıkarılması, araştırmalara tabi tutulması, yerli ilaç ekosistemi için de bir fırsattır. Beşeri hekimlik ve veteriner hekimliği alanında zengin bir halk tıbbı hafızasına sahip olan Türkiye’de, yerli ilaca giden kısa ve hızlı yol, kanıta dayalı geleneksel tıptır (Şar 2005). Bilinmelidir ki Akşemseddin (Muhammed bin hamza) Pastör kadar tanınmadıkça ve araştırılmadıkça sağlıkta milli adımlar sürdürülebilir olmaz (Köprülü 1988). 1500 yıl, 1000 yıl, 500 yıl, 200 yıl öncesine gidilip, o dönemlerde soğuk algınlığı, salgın hastalıklar ve yaralanmaların tedavi formülasyonlarına bakılmalıdır. Laboratuvarda binlerce kimyasal maddeden ancak bir ilaca ulaşılabildiği, bunun yaklaşık 10 yıl, 20 yıl sürdüğü, ilaç araştırma maliyetlerinin milyar dolarlara tekabül ettiği bildirilmektedir. Geleneksel formülasyonlar, ilaca giden yolu daha kısa ve daha az masraflı kılabilirler. Geleneksel ilaçlar, doğal kaynaklardan elde edildikleri ve yıllar boyu tecrübe edildikleri için toksisite profilleri, saflaştırılmış molekül kullanılmadığı için yan etkileri daha düşüktür. Tek molekülün kullanımında toksisite daha yüksek olabilmektedir.

Geleneksel tıpta kullanılan formüller, günümüz koşullarındaki bilimsel yaklaşımla klinik etki ve güvenlilikleri kanıtlanarak ilaca dönüştürülmesi sürecinde üniversite ve kamu işbirliği önemlidir. Sektörel aktörler ve yetişmiş bilim adamı işbirliğine dayalı araştırma ekosistemi yeni kurulduğundan, geleneksel formüllerden yararlanmayı öncelemek, maliyet ve ürün için etkili olacaktır.  Benzer strateji, Japon geleneksel tıp ürünleri kampo formülasyonları için 1970’lerden itibaren uygulanmış, yüzden fazla ruhsatlı kampo ilacı reçete edilebilir hale getirilmiştir. (Astin 1998, Eisenberg 1998, Tindle 2005, Walid 2016). Bu süreçte geleneksel tıbbın iyileştirici etki mekanizmalarına sahip formülleri ve ürünleri araştırılmalı ve yüksek standarda sahip milli ilaç haline gelmeleri için çalışılmalıdır.

 

SONUÇ

Modern tıbbın özellikle kronik ve bilişsel hastalıkları tedavi etmekte zorlanıyor olması alternatif yaklaşımları yeniden gündeme getirmiş, bu yöntemlerin bilimsel çalışmalarla kanıtlanmaları süreci başlatılmıştır. Bu konuda güncel bir mutabakat olan Pekin Deklarasyonu, geleneksel, alternatif ve tamamlayıcı tıbbi uygulamaların ulusal sağlık sistemlerine entegre edilmesi yönünde WHO üyesi ülkelerin sürdürülebilir adımlar atmalarını, tıp, veteriner hekimliği, diş hekimliği ve eczacılık eğitimine bu ürünlerin entegrasyonunu ve sağlık politikaları oluşturulmasını kararlaştırmıştır. Önündeki psikolojik ve yasal engellerin kalkması için tamamlayıcı tıp alanında yapılacak araştırmalar desteklenecek, ortak çalışma ve uygulamalar özendirilecektir. Öncelikli adım, tıp sağlık eğitimi veren fakültelerin müfredatının bu yönde genişletilmesidir. Entegrasyonu sağlayacak adımlardan diğeri, bu alanda yapılacak bilimsel araştırmaların sürdürülebilir şekilde desteklenmesidir. Tamamlayıcı tıp uygulamalarının etkin olarak uygulanabilmeleri lisans, lisansüstü ve uzmanlık eğitimleri sonunda olacaktır. Bunun için ruhsatlandırma ve sertifikasyon aşamaları belirli bir düzeye ulaşmış olmalıdır. Tamamlayıcı tıbbi ürün ve uygulamalarının kanıta dayalı hale getirilmesi çalışmaları, bu tekniklere karşı önyargıları azaltacaktır. Bu yöntemleri uygulayan kişi ve kurumların yasal sorumluluk üstlenmelerinin sağlanması durumunda güvenilirlikleri de artacaktır. Kanıta dayalı tamamlayıcı uygulamaların yaygınlaşması, hassasiyet ve mahremiyeti de destekleyebilir, bu kapsamda helal tıbbi ürün ve ilaçların geliştirilmesi hızlanabilir. Örneğin kan naklini reddeden inanışlara, hayvansal ürünleri kendilerine yasak eden veganlara bu tercihlerinin değerli olduğu hissettirilirken, domuz ürünleri, alkol gibi maddelerden mamul ürünlere ve haram kapsamına giren tedavi yöntemlerine mesafeli duranlara saygı duyacak tamamlayıcı ürünler ve teknikler uygulanabilir. Kanıta dayalı tamamlayıcı tıpta hedef insan ve hayvan refahıdır. Buna sağlık ekonomisi da eklenmelidir. Sağlıklı hayat tarzını koruyan, teşvik eden uygun, etkin ve etkili sağlık hizmetinin sunulabilmesi esastır.

 

LİTERATÜR

Akyürek S, Önal C, Kurtman C. 2016. Use of alternative medicine in patients with lung cancer. International Journal of Hematology and Oncology, 26(2):73-77.

Alkin K. 2015. Sürdürülebilir gelecek için bir anahtar: Farmakoekonomi. Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 36, p: 76-77.

Anonim 2008. Kanıta Dayalı Tıp ve The Cochrane Collaboration. www.ulakbim.gov. tr/cabim/ekual/toplanti4/cochrane.ppt.

Anonim 2011. http://www.medimagazin.com.tr/ana-sayfa/dis-haberler/tr-hastalklarn-maliyeti-47-trilyon-dolar-bulacak-1-76-37482.html.

Anonim 2015. http://www.turkvet.biz/yazi/hs_vet_holistik_yaklasim.htm

Anonim 2018. http://getatkongre.org/index.php

Aslan R. 2016.  Hekimlikte Alternatif ve Tamamlayıcı Tıbbi Yaklaşımlar. Kocatepe Vet J 9(4): 363-371

Astin J A. 1998. Why Patients Use Alternative MedicineResults of a National Study JAMA 279(19):1548-1553. doi:10.1001/jama.279.19.1548

Atiyeh BS, Ibrahim AE, Dibo SA. 2008. Cosmetic Mesotherapy: Between scientific evidence, science fiction, and lucrative business. Aesthetic Plast Surg 32:842-849.

Aydın S. 2012. Gelenekten Küresele Tıbbın Alternatif Serüveni, SD Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Derg 22:8-11.

Birch, S. 1997. Dolphin-Human interaction effects. Doctoral thesis at Dept. of Electrical and Computer Systems Engineering. Monash University.

Bivins R. 2010. Alternative medicine: A history. Oxford Unv. p:3-21.

Bodeker G. 2002. A public health agenda for traditional, complementary, and alternative medicine. Am J Public Health 92:1582-91.

Bodeker G, Ong CK, Grundy C, Burford G, Shein K. 2005. Global Atlas of Traditional, Complementary and Alternative Medicine World Helath Organization, ISBN 92 4 156286 2 Kobe, p;XII-XIII.

Bulduklu Y. 2015. Hedef kitle bağlamında tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamaları. Selçuk Üniv Türkiyat Araştırmaları Dergisi. 607-628.

Churchill W. 1999. Implications of evidence based medicine for complementary and alternative medicine. Journal of Chınese Medıcıne 59:32-5.

Dündar Y. 2016. Mutluluk Yönetimi. Anıt Matbaa Ankara ISBN: 978-605-87210-9-8 p; 4-64.

Eisenberg DM, Davis RB, Ettner SL, Appel S, Wilkey S, Van Rompay M, Kessler RC. 1998. Trends in Alternative Medicine Use in the United States, 1990-1997Results of a Follow-up National Survey. JAMA. 280(18):1569-1575.

Ibis M, Kurt M, Onal İK, Haznedaroglu IC. 2008. Successful management of bleeding due to solitary rectal ulcer via topical application of Ankaferd blood stopper. The Journal of Alternative and Complementary Medicine 14(9):1073-1074.

Jeswani M. 2010. Are modern health worries, environmental concerns, or paranormal beliefs associated with perceptions of the effectiveness of complementary and alternative medicine? Br J Health Psychol 15: 599-609.

Khan SA, Aktürk Z. 2012. Tamamlayıcı ve alternatif tedaviler (TAT) ne kadar kanıta dayalı? Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi 22: 16-19.

McNeil BJ, Pauker SG, Sox HC, Tversky A. 1982. On the Elicitation of Preferences for Alternative Therapies N Engl J Med 306:1259-1262.

Mishori R, Otubu A, Jones AA. 2011. The dangers of colon cleansing. The Journal of Family Practice 60(8):454-457.

Şarışen Ö, Çalışkan D. 2005. Fitoterapi: Bitkilerle Tedaviye Dikkat. STED 14(8):185-187.

Sezika E, Yeşilada E, Hondab G, Takaishic Y, Takedad Y, Tanakae T. 2001. Traditional medicine in Turkey X. Folk medicine in Central Anatolia. Journal of Ethnopharmacology 75(2–3):95-115.

Sinmez Ç. 2011. Bozlak Kültüründe Veteriner Hekimliği ve Hayvancılık Üzerine Araştırma. Sağlık Bilimleri Ens. Selçuk Üniv. Konya.

Şahinoğlu Pelin S, Oğuz NY. 1994. Tıbbi Etik Açısından Hekim Sorumluluğu. T Klin Tıbbi Etik 2:161-163.

Şar S. 2005. Anadolu’da Halk Hekimliği Uygulamaları T Klin J Med Ethics13(2):131-6.

Tindle HA, Davis RB, Phillips RS, Eisenberg DM. 2005. Trends in use of complementary and alternative medicine by US adults: 1997-2002. Altern Ther Health Med 11(1):42-9.

Tokaç M. 2013. Geleneksel tıbba akademik yaklaşım: GETTAM. SD Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Derg 28:82-85.

Tümer G, Çolak R. 2012. Medical nutrition therapy in type 2 diabetes mellitus. Journal of Experimental and Clinical Medicine 29:12-15.

Woodman JP. 2012. Evidence for the effectiveness of Alexander Technique lessons in medical and health-related conditions: a systematic review. Int J Clin Pract 66(1):98-112.

Yiğit A, Sinmez Ç, Aşkın Y. 2015. Veteriner Hekimliği Uygulamalarında Kan Akıtma Üzerine Bir Araştırma. Lokman Hekim Dergisi 5(3):90-98.

Köprülü OF, Uzun M .1988. Akşemseddin. TCV İslam Ansiklopedisi Cilt 2 sayfa 299-302

Genel kategorisine gönderildi | Tamamlayıcı Tıbbi Yaklaşımların Kanıta Dayalı Tıbba Dönüşümü için yorumlar kapalı

Şehir, Toz ve İnsan Üçlüsü Birbirini Nasıl Etkiliyor?

SAĞLIK, ZİNDELİK VE MOTİVASYONU ETKİLEYEN SİNSİ FAKTÖR: ŞEHİR TOZLARI

Recep ASLAN

Toprağın uçuşabilir formu toz olarak algılansa da toz topraktan farklıdır. Sinsi bir tehlike olan toz, havada yayılan, yayılabilme potansiyeli olan, çoğu toksik etkili kimyasal ve biyolojik atıklardan oluşan parçacık kompozisyonudur. Uçuşabilir, solunabilir olması ve temasla bulaşması nedeniyle tüm yaşam süreçleri ve performansları, bütün ürünler ve eşyalar tozdan etkilenmektedir. Fizyolojik ve psikolojik iyi hissetme, sağlıklı bireysel yaşam ve bireylerarası ilişki için gerekli bir göstergedir. Bu durum, sürdürülebilir hayvan yaşamı, verimlik ve çevre için de geçerlidir. Hızlanan, gelişen, hayatı kolaylaştıran teknolojik süreçlere rağmen, sürdürülebilir kalkınmanın yeterince önemsenmediği, uygulanmadığı yerleşim yerlerinde, iş ve yaşam ortamlarında canlıların sağlığını ve hayatını olumsuz etkileyen çevresel etmenlerden belki de en önemlisi tozdur. İnsanı hızla yaşlandıran, biyolojik ve mental yaşlanmanın sağlıksız ve sıkıntılı olmasına yol açan önemli bir faktör tozdur. Tozun içerdiği risk, yüzlerce atık ve toksik madde yanı sıra, yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının gündeminde çok önemli yer teşkil etmeyen sinsi bir etmen olmasına da dayanmaktadır. Halkın toz kavramını toprakla aynı şey zannetmesi, toprağın uçuşabilir formu gibi algılıyor olması da toza karşı mücadeleyi olumsuz etkilemektedir. Kaygı bozuklukları, agresif davranışlar, başarısızlık, depresyon, olumsuz bireysel ilişkiler ve algılama sorunları gibi bir çok nörofizyolojik problemde tozun etkisi fark edilmiştir. Tüberküloz gibi birçok mikrobiyel enfeksiyon ve sayısız paraziter hastalık döngüsü yanı sıra, bazı küfler tarafından oluşturulan ve aflatoksin, mikotoksin diye bilinen zehirlerin taşınmasında temel rol oynar. Gıda güvenliği, hayvan ve bitki sağlığına ilişkin sorunlarda da toz ilk akla gelecek sorumlulardandır. 2013 yılından bu yana Tozla Mücadele Yönetmeliği’nin yürürlükte olduğu ülkemizde, farkındalık ve uygulamalar hala yetersizdir. Bu nedenle, toz kaynaklarının yok edilmesine, iş, eğitim, eğlence, dinlenme ve diğer yaşama alanlarındaki tozun sürdürülebilir biçimde ortadan kaldırılmasına yönelik yöntemler ödün verilmeksizin uygulanmalıdır. Merkezi ve yerel yönetimler, akademik ve bilimsel kurumlar, sağlık, eğitim, turizm gibi sosyal sorumluluk payı yüksek sektörler, sivil toplum kuruluşları ve medya, birlikte ortak projeler üretmeli, uygulamalar geliştirmelidir. Bu süreç, birey sağlığı ve toplumsal kalkınma için önemli ve öncelikli hedef olarak görülmelidir. Oluşturulacak farkındalık bilinci, eylem planlarının uygulanmasını ve sonuç alınmasını hızlandırılabilir.

GİRİŞ

İngilizce dust sözcüğünden gelen DU kısaltması meteorolojide önemli bir göstergedir, havada geniş bir alana yayılmış toz kümesine ilişkin veriler onunla tanımlanır. Toz yerçekiminin etkisiyle yerde veya havada atmosferin yere temas eden en alt katı olan troposfer katmanında dolaşır. Troposfer, gazların en yoğun olduğu kattır. kutuplarda 6, ekvatorda 16 km kalınlığındadır, bu kalınlık mevsimlere göre değişiklik gösterir. Bu katmanda güçlü yatay ve dikey hava hareketleri görüldüğü için, havalanan toz kümeleri havada uzun mesafeler kat edebilir (1,2). Atmosferin alt katmanındaki tozun yağmur döngüsü dışında olumlu bir rolü bilinmemektedir. Tam aksine, özellikle sanayi bölgelerinde insan, hayvan ve bitki sağlığı için sinsi bir tehlikedir. Örneğin, kışın bu toz havadaki nemde, su damlacıklarınca tutulur, bronşiti veya diğer solunum sorunları olanlar için son derece riskli etkileri bulunan dumanlı sis tablosunu oluşturur. Son yıllarda fark edilen bir husus, mikotoksinlere bağlı kanserler ve erken sağlıksız yaşlanma ile yaşlılığa eşlik eden mental sorunların temelindeki önemli faktörlerden birisi tozdur, tozun önemsenmediği yaşam süreçleridir. Bütün bunların fark edilmesiyle, toza karşı bilinçli, korunaklı yaşam önemli hale gelmiştir. Son yıllarda bacalardan, sanayi fırınlarından bırakılan duman ve toz miktarı üretim aşamalarında veya filtreleme yöntemleriyle azaltmaya çalışılmaktadır, ev, okul ve iş yerleri toza karşı özel izolasyon ve toz perdeleriyle korunmaya çalışılmaktadır (1).

Akarlar tozun yoğun olarak içerdiği canlılardandır. Tozun küfler, mantarlar, mikrobiyel canlılar ve ürünlerini, toksik maddeleri, atık ürünleri içerdiği bilinmektedir. Baca ve egzoz dumanı kaynaklı karbon ve katran, toz fırtınaları, yanardağ püskürmeleri, taşocakları, kömür ve diğer maden ocakları kökenli mineral tanecikleri, atmosfere çarparak parçalanan meteroit tanecikleri, çiçektozları ve sporları, metal kırıntıları, taşıt lastikleri ve diğer malzemelere ait kauçuk ve plastik tozları, deniz serpintileri kaynaklı tuz, hayvan deri, kürk ve tüylerine ait organik tanecikler, asbest, krizotil, krosidolit gibi aşırı zehirli maddeler, saç, tüy, kıl, tırnak parçacıkları, bitki, hayvan, insan dokusu döküntüleri, dışkı içerikleri, parazit yumurta ve larvaları, akarlar, kopuşmuş tekstil parçacıkları gibi geniş spektrumlu içeriği nedeniyle toz kirliliği hayatı tehdit eden bir kirliliktir. Buna rağmen, hava kirliliğinde toz öncelikli risk faktörü gibi algılanmamaktadır (1,2,3).

Bu makalenin konusu olan toz, ülkemizde Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Toz Taşınımı Uyarı Sistemi’nce günlük ortalama toz konsantrasyon tahmini haritası olarak verilen haritadaki toz değildir (5). Haritadaki aslında toprak taşınımıdır, toz değildir. Ülkemiz çevresindeki Sahra, Arabistan gibi çöller ve yarı-kurak alanlardan kalkan aerosol formdaki toprağın taşınmasıdır; iklime, kara ve deniz ekosistemlerine, tarım ve hayvancılığa önemli katkı niteliğindedir. Tozaran çöl toprağı atmosferin üst tabakalarına yükselerek uzun mesafeler kat edip dağıtılmaktadır. Çevresel sürdürülebilirlik açısından ekolojik gübreleme, canlandırma, verimlileştirme gibi bir çok faydayı taşımasına rağmen çöl tozları da havada yoğunlaştığı akut evrede insan sağlığını etkilemekte, özellikle astım gibi solunum yolları rahatsızlıklarını, göz hastalıklarını provoke edebilmektedir (6). Bu çalışmanın konusu şehir tozlarıdır ki asıl tehlikeli toz budur. Özellikle, yoğun trafik, kalabalık nüfus, hızlı yapılaşma ve kentsel dönüşüm, endüstri ve sanayileşme bölgelerine sahip kentlerdeki toz bu nitelikte olup, içerdiği yüzlerce atık ve toksik madde nedeniyle risklidir. Örneğin, araştırmacılar endüstriyel tozun solunum fonksiyonlarına etkisi sigara içimi gibi yüksek bulunmuştur. Toz sadece insan sağlığı için değil nesneler için de bir risktir, bir makine ya da motora sızarsa onu bozar. Toz hareketli parçaları aşındırması nedeniyle makine ve motorlara zarar verir. Bu nedenle motorlu taşıtlarda motora hava emilmesi esnasında havadaki tozu ayırmak için hava filtresi kullanılır. Çok hassas makinelerin çalıştırıldığı yerlerde, tüm ortam havası filtrelerden geçirilir. Diğer yandan uzun yıllar kullanılmayan araçların ve evlerin, kullanılan ev ve araçlar kadar hatta daha fazla yıprandığı düşünüldüğünde, hareketsiz ve sabit gibi duran tozun ev dokusu ve araçlar için yıkımlayıcı etkisi daha iyi anlaşılabilecektir (7,10, 12, 13).

 TOZ TİPLERİ, KAYNAKLARI, TOZUN ETKİLERİ

Solunumla akciğerlere ulaşmasına rağmen akciğerlerde yapısal ve fonksiyonel bozukluk yapmayan tozlar inert toz olarak tanımlanır. SiO2, kuvars, tridimit ve kristobalit gibi madensel tozlar kristal yapıdadır. Lifsi tozlar, uzunluğu beş mikrondan büyük, eni üç mikrondan küçük olan, boyu eninin üç katından büyük parçacıklardır. Solunumla aspire edilebilen tozlar aerodinamik eşdeğer çapı 0,1-5,0 mikron büyüklüğündeki kristal veya amorf yapıdaki toz ile çapı üç mikrondan küçük olan, uzunluğu çapının en az üç katı olan lifsi tozlardır (4). Lifsi tozlar daha çok, ülkemizde en yaygın iş kollarından biri yaklaşık dört yüz bin çalışanı olan pamuklu iplik üretimi, halı dokuma, battaniye gibi tekstil iş kollarında görülür. Buralarda gürültü, nem ve toz risk sınırlarındadır. Özellikle pamuk tozuna bağlı olarak tanımlanmış bissinozis uzun yıllardır bilinen bir hastalıktır (2). Kristal tozlar kömür ve diğer maden sahaları ve etki alanlarında, çimento sanayi, kuyumcularda, akü ve pil sanayi, otomotiv endüstrisi, metalürji alanlarında yaygındır (8,9).

Tozun, yalnızca evlerde veya polen mevsiminde sokaklara ait bir sorun olmadığı, tozun kalabalık kentler ve birçok sanayi dalı için ciddi bir tehlike olduğu yirminci yüzyıl başından beri bilinmektedir. New York’un tozla 11 Eylül saldırıları sırasında tanıştığı, Japonya’da sokaktaki bir aracın günlerce üstüne toz birikmediği gibi bilgilere bakıldığında, önemsenmesi durumunda ülkemizde de tozun yaşam alanlarından uzaklaştırılmasının mümkün olduğu söylenebilir (11). Toz, büyük bölümü mikroskop altında görülebilen çok küçük katı ve sıvı taneciklerden oluşur. Bulunduğu yer tozu oluşturan alan olabileceği gibi rüzgârla çok uzaklardan sürüklenip getirilmiş de olabilir. Taneciklerin ağır olanları yere düşer, hafif toz tanecikleri ise havada asılı kalır, bu tanecikler nadiren de olsa 15-20 km kadar yükselebilir. Havadaki su buharı toz tanecikleri üzerinde yoğunlaşarak sis, pus ve bulutları oluşturabilir. Toz yağmur döngüsünde etkin bir faktördür. Eğer atmosferde böylesi tanecikler olmasa, su buharı damlalar halinde kolay yoğunlaşamaz, su buharı yere yağmur damlaları halinde değil de sel gibi boşanır, büyük yıkımlar oluşturabilirdi. Tozuma olumlu bir atmosfer olayıdır, onu riskli yapan içerdiği toksik ve atık maddelerdir (12).

Atmosferik toz bilim adamlarınca detaylı olarak araştırılmakta, bileşimi her geçen gün güncellenmektedir. Farklı yerleşimlerde yapılan ölçümler, toz miktar ve içeriğinin büyük ölçüde değişebildiğini göstermektedir. Örneğin, kırsal alanlarda kilometre kare başına 15 ton/ay gibi düşük miktarda toz düşerken, kalabalık kentlerin, sanayi ve endüstrinin yoğun olduğu alanlara, kilometre kare başına 2.000 ton/ay toz ölçümlenmiştir. Yine kırsal alandaki havanın santimetre küpünde 125 tanecik, ortalama büyüklükteki kentlerde ortalama 7.000 tanecik tespit edilmiştir (12).

Yün, ipek, tüy gibi zararsız sanılan maddelerin parçacıkları astıma yol açabilmekte, çiçek tozları saman nezlesine neden olmaktadır (1,7,12). Maden, taşocağı, metal taşlama, kum püskürterek eskitme, yüzey taşlama, yün tarama, tekstil temizlik işçiliği gibi işlerde, işin yapıldığı ortam son derece tozludur ve bu tozları solumak ciddi hastalıkların sebebidir (7). Örneğin, ülkemizdeki kentlerin hemen tamamında hala çalı süpürgesiyle veya tozu havaya kaldıran diğer ekipmanlarla sokak, cadde temizliği yapıldığı görülebilir. Bu işlerde çalışanların, kalabalık trafikte yürüyenlerin, bisiklet veya motorla seyredenlerin koruyucu maske kullandıklarını ülkemizde görmemekteyiz. Araçlarıyla kalabalık trafikte olanların araç içi gaz, toz filtrelerini, eğer otomatik değilse, kullanma alışkanlığı oldukça sınırlıdır. Korunma alışkanlığının yetersizliği nedeniyle, madenciler ve taşocağı işçileri, akciğerlere nüfuz eden çok küçük silis tanecikleri nedeniyle silikozise, asbest/amyant sanayi dallarındaki işçiler de çok ince asbest liflerinin kolayca akciğerlere ulaşmasına bağlı hastalıklara yakalanmaktadır. Kurşun ve arsenik gibi toksik maddelere ait tozların oluştuğu sanayi kolları da yüksek korunma gerektirmektedir. Ya solunan havayı tozdan arındırmak veya tozlu havayı ortamdan uzaklaştırmak gerekmektedir. Filtreli maskeler havadaki toz ayrılabilmelerine rağmen, maskeyle çalışmak, yürümek ve yaşamak rahat olmadığından tercih edilmemektedir. Bu nedenle, toz kaynakları ve tozu ortamdan atma teknikleri geliştirilmeye çalışılmaktadır (12).

 YAPILAŞMA, KENTSEL GELİŞİM VE TOZ İLİŞKİSİ

Her ne kadar güvenlikli hale getirme öne çıkıyor olsa da, güncellenmiş vizyon ve tekniklerin kullanıldığı albenisi yüksek ortam ve binalarda yaşamak kentsel dönüşümün görünmeyen cazip yanıdır. Bu nedenle, binalar sağlam olsa da albenisi düşüyor. Ancak bu süreç için gerçekleştirilen yıkım sırasında ortaya çıkan toz, yeterli teknolojinin kullanılmadığı her yeni yıkımla birlikte gittikçe artıyor. Yıkımın evrensel ilkeleri, yıkımdan asgari zarar ve azami faydayı sağlamak üzere iki temel kural önermektedir. 1) Hidrolik ataşmanlar kullanarak tozu kaynağında azaltmak. 2) Kalan  tozu baskılamak. Buna rağmen yıkımda kullanılan kepçe ataşmanları yıkım esnasında büyük parçaların yüksekten düşmesi ve çarpmanın etkisiyle dağılarak yoğun toz bulutları oluşturmasına yol açmaktadır. Oysa uzmanlar, bu iş için hidrolik kırıcılar, beton makasları, öğütücüler ve kavrama ataşmanları kullanılmasını önermektedir. Belediyelerin ve ilgili diğer kurumların, tozla mücadelede bu öneriyi önemsemeleri düşünülmelidir. Hal böyleyken  yıkımlarda kova, kepçe kullanılması, bu ataşmanların bedelinin hidrolik ataşmanlara göre çok ucuz olmasına dayanmaktadır. Ancak, kepçe kullanılarak yıkım, kontrolsüz yıkımla insan sağlığını ve çevreyi tehdit ederken, diğer yandan yıkım esnasında iş makinesinde titreşim, toz ve aşırı yüklenme nedeniyle oluşan tahribatın yol açtığı yüksek maliyet önemsenmemektedir. Yani yöntem sanıldığı ucuz değildir.

Kentlerdeki tozun önemli kaynaklarından olan yıkım, yatırım, uzmanlık ve sosyal sorumluluk isteyen bir iştir. Doğru yapılmadığında, maliyet toz yoluyla topluma, hızlı yıpranma sebebiyle iş makinesine ödetilmektedir. En yüksek maliyetin insan, hayvan ve çevre sağlığı olduğu algısı güçlenmedikçe, toz kaynaklı yıkım süreci hem mala hem de cana kast etmeye devam edecektir (13). Elbette, en doğru yöntemlerle bile yıkım toz kaynağıdır. Ancak bu toz, kepçe ile yıkımda oluşan tozla karşılaştırıldığında çok azdır ve kontrol edilebilir niteliktedir.

 SONUÇ

Her tür mücadelenin en geçerli yöntemi, bir yanlışı, bir tehdidi veya riski kaynağından yok etmek olduğundan (14), sürdürülebilir sağlık, zindelik, performans, motivasyon, başarı, iyi hissetme, gıda hijyeni ve çevre için tehdit olan tozun oluşumunu kaynağında önlemek üzere; uygun yönetsel tedbirlerin alınması, araç ve gereçlerinin tasarım, nitelik ve fonksiyonlarının toz oluşumuna karşı güvenilir hale getirilmesi, toz kaynaklarını etkisizleştirecek yöntemlerin tavizsiz uygulanması gerekmektedir. Toz kaynaklarını kurutan, toz çıkışını önleyen yöntemler teşvik edilmeli, endüstriyel tasarım ve ilgili mühendislik alanları için teşvik süreçleri ve muafiyetler başlatılmalıdır. Son yıllarda bacalardan, sanayi fırınlarından bırakılan duman ve toz miktarı üretim aşamalarında veya filtreleme yöntemleriyle azaltılmaya, ev, okul ve iş yerleri toza karşı özel izolasyon ve toz perdeleriyle korunmaya çalışılmaktadır. Evlerde hepa filtreler, hava temizleyiciler, iş yerlerinde toz perdeleri palyatif de olsa etkili çözümler üretseler de, asıl hedef tozu minimalize etmek, sonra da ortadan kaldırmaktır. Bunun başarılı ve sürdürülebilir olması için ilk adım algı yönetimi ve farkındalık eğitimidir. Toza karşı oluşması gereken farkındalık, aflatoksinler ve mikotoksinlere gösterilenden geri olmamalıdır, çünkü her iki zehirin ana taşıyıcısı tozdur. Bilim adamlarının tozla mücadele amaçlı yeni bakış açıları geliştirmeleri, yerel yönetimlerin tozla mücadeleden taviz vermemeleri, sivil toplum kuruluşlarının toz oluşturan kurum ve hareketleri sıkı takip ederek olumlu ve onarıcı eleştiriler yapmaları önerilebilir.

KAYNAKLAR

  1. Bronchopulmonary Diseases Caused by Cotton, Flax, Hemp or Sisal Dust. In: Early Detection of Occupational Diseases. WHO, Geneva, 1986.
  2. Ertem M, İlçin E, Kelle M, Topçu F. (2000) Sümerbank Halı ve İplik Fabrikalarında Çalışan İşçilerin Solunum Fonksiyonlarının İncelenmesi. Solunum Hastalıkları. 11: 126-134.
  3. Anonim. http://www.afyonbasin.com/baskanin-yapacagi-en-buyuk-iyilik.html Erişim: 2016
  4. Anonim. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/11/20131105-9.htm Erişim: 2014
  5. Anonim. https://www.mgm.gov.tr/tahmin/toz-tasinimi.aspx Erişim: 2018
  6. Şengün MT, Kıranşan K. (2012) The Effects of Desert Dusts on Natural and Human Environment in Turkey. Fırat University Journal of Social Science. 22(2): 1-15.
  7. Oxman AD, Muır DCF, Shannon S (1993). Occupational dust exposure and chronic obstructive pulmonary disease. Am Rev Respir Dis. 148: 38-48.
  8. Çalışma Hayatı İstatistikleri (1994) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, yayın no 57 Ankara.
  9. Yalçın M, Sunucu Y, Küçükkurt İ, Aslan R. (2010) Gürültü Kirliliği Maruziyetine Karşı Lipoik Asitin Antioksidan Etkinliğinin Araştırılması. Uşak Ünv. BAPK, Proje no: 2010/MF005
  10. Ünverdi Ş. (2016) Mobilya Üretiminde Ağaç Tozuna Maruziyetin Değerlendirilmesi. T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü, İş sağlığı ve Güvenliği Uzmanlık Tezi, Ankara.
  11. Yamagami Ş. (2016) Küresel Bir Aktör Olarak Japonya ve Türkiye İle İlişkiler. ORSAM, Toplantı değerlendirmesi kitapçığı. http://www.orsam.org.tr/files/T_Degerlendirme/3/3tr.pdf
  12. Anonim. http://slideplayer.biz.tr/slide/8975034/ Erişim 2016
  13. Anonim. https://www.dhcmakina.com.tr/single-post/Kentsel-D%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCmde-Tozu-Engellemek–1
  14. Dündar Y. (2016) http://www.birdusunyansimasi.com/media/ihlashayat/27.ihd.pdf
Genel kategorisine gönderildi | Şehir, Toz ve İnsan Üçlüsü Birbirini Nasıl Etkiliyor? için yorumlar kapalı

Zinde Bir Fizyoloji İçin Kış Çayları

KIŞ ÇAYLARI VE FİZYOLOJİK ETKİLERİ

Recep ASLAN

ÖZET

Kış, gün ışığının azalması ve sıcaklıkların düşmesi nedeniyle hareket ve terlemenin yavaşladığı, terleme ve harekete dayalı detoks mekanizmalarının azaldığı bir dönemdir. Normal koşullarda vücudu tahrip eden serbest radikaller ve bunların etkilerini gidermeye çalışan antioksidan maddeler arasındaki denge, mevsimsel koşullara bağlı olarak bozulabilmekte, oksidatif stres ve immun yetmezliklere bağlı problemler yaşanabilmektedir. Antioksidan bitkilerin fizyolojik homeostaz amaçlı kullanım formlarından birisi bitkisel çaylardır. Akdeniz habitatında zencefil, nane, tarçın, limon otu, melisa, ekinezya, adaçayı, dağ çayı, papatya, böğürtlen, ahududu, kızılcık, kuşburnu, sarı kantaron, karamürver çayları, portakal, greyfurt, havuç, kayısı, şeftali, kırmızı erik, yaban mersini gibi tıbbi aromatik bitkilerin çayları özellikle kış aylarında daha yoğun kullanılmaktadır. Binlerce yıllık folklorik yaşamda ve tedavi modellerinde de bu böyledir. Bütün bu bitkilere ait çaylara ait farkındalığa rağmen, siyah ve yeşil çayın kışa uyumlu metabolizma ve zinde yaşam için katkılarına ilişkin bilgi ve kullanım yetersizdir. Çay, içerdiği antioksidan polifenoller, özellikle flavoneller (kateşinler), flavonel glikozidler ve gallik asit türevi tanenler yanı sıra enzimler, alkaloidler, azotlu bileşikler, pektik maddeler, vitaminler, mineraller ve uçucu maddelerin zenginliği nedeniyle kış için en uygun içeceklerdir. Çay bitkisi Camellia sinensis’ten üretilen  siyah çay, yeşil çay ve beyaz çay bu yönüyle öncelenmesi gereken kış çayı formlarıdır. İçerdiği polifenoller, antosiyaninler, karotenoidler, resveratrol, quarsetin ve elagik asit gibi fitokimyasallar nedeniyle özendirilmesi gereken içeceklerden bir diğeri de üzüm çayıdır. Bu derleme, kışa uyumda ve hücre hasarı ile hastalıklara karşı savunmada fonksiyonel birer fitoterapik ürün olan tıbbi ıtri bitkilerin çaylarının özelliklerini, içerdikleri fitokimyasalların etki ve rollerini ele almaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kış çayları, bitkisel çaylar, antioksidan güvenliği, fitokimyasallar, tıbbi ve ıtri bitkiler.

 

GİRİŞ

Bitkilerle tedavi anlamına gelen fitoterapi, yöntem olarak çok eski olsa da tanım ilk olarak seksen yıl kadar önce Fransız hekim Henri Lenclerc tarafından La Presce Medical adlı tıp dergisinde yayınlanarak literatüre kazandırılmıştır(1,2). Fitoterapi, bitkilerdeki kimyasal maddelerin, bir izolasyon işleminden geçirilmeden ilaç gibi kullanılmasıdır(2). Çevremizdeki birçok bitki, taşıdıkları kimyasal yazılımla gerçekten sağlık dostu birer fizyolojik figür olarak, kimi de stres azaltıcı, kaygı giderici, kimi mide sakinleştirici, kimi barsak hareketlendirici, kimi gazı giderici etkileriyle yaygın kullanılan birer yaşam paydaşı olarak dikkat çekiyor(1,3). Vücut homeostazını korumada, hastalıkları tedavi etmede bitkilerden yararlanım insanlık tarihi kadar eskidir. Sebzeler, tahıllar, baklagiller ve bazı bitkilerin meyve, yaprak, gövde ve kökleri homeostazı koruyan, canlıya zindelik veren binlerce kimyasal madde içermektedir. Bu özellikleri nedeniyle bitkiler ve fitokimyasallar, vücut savunmasında kullanılan süper cephaneler gibi algılanmakta, kanser, kalp dolaşım sorunları, hormonal bozukluklar ve diyabet gibi yaygın risklere karşı özellikle antioksidan etkileri nedeniyle kullanılmaktadırlar(4). Ancak her antioksidan maddenin her koşulda güvenli olmayabileceğini ileri süren bilimsel raporlar, araştırmacıları güvenli antioksidan bitkiler ve bitkisel ürünler arayışına sevk etmiştir(3). Bu kapsamındaki bulgular, antioksidan bitki çayı alışkanlıklarını da güncellemekte ve değiştirmektedir.

Bir ilacın hammaddesi olan ekstreler veya saf fitokimyasallar dışında, bitkilerin sağlık ve zindelik amaçlı kullanım yöntemleri içinde en yaygını bitkisel çaylardır(5). Bitkisel çaylar içinde ilk sırayı camellia sinensis’ten elde edilen, siyah çay ve yeşil çay ve bir de beyaz çay olarak bilinen çaylar alıyor, her iki formun fizyolojik etkileri ve zindeliğe katkıları artık daha detaylı olarak biliniyor(6).

 

KIŞ METABOLİZMASINA FİZYOLOJİK VE PSİKOLOJİK HAZIRLIK

Günün aydınlık saatlerinin azalması, hava sıcaklıklarının düşmesi harekete ve terlemeye dayalı detoksifikasyon süreçlerinden yararlanmayı azaltır. Bu nedenle kışa hem psikolojik hem de fizyolojik olarak hazırlanmak önemsenir. Kışa hazırlık, güçlü bir immunite yanı sıra, stres düzeyi dengelenmiş bir yaşam, özellikle demir, karotenoidler, D vitamini ve probiyotik gücü artırılmış bir organizma içindir. Ayrıca, C vitamini, omega yağları, geleneksel ve çağdaş diğer bitkisel takviyeler bu sürece dâhil edilir(1,5,10). Kış güneşsiz, sisli, soğuk, yağışlı hatta karlı günler demektir. Gecelerin uzun ve soğuk olduğu bu dönem bireyin fizyolojisi kadar psikolojisini de etkiler(7,8); sıkıntı, bunalma, daralma gibi duygular daha çok hissedilebilir. Sıklıkla kış aylarında görülen bu psikolojik tabloya Mevsimsel Duygu Durum Bozukluğu da denilmektedir. Soğuk kış günlerinde sıkça karşılaşılan bu durum, sıradan ve geçici sıkılma hissinden farklıdır, bireyi günlerce etkileyen bir tablodur. Kendinizi yalnız, yorgun, bitkin hissetme anlardan farklı olarak, Mevsimsel Duygu Durum Bozukluğu’nda yeme bozuklukları, bazı gıdalara aşırı yöneliş, kilo alma, önüne geçilemeyen uyuma isteği gibi depresyon belirtileri yaşanabilir. Tablo bir tür mevsimsel depresyondur, adı da Kış Depresyonudur(5). Kış Depresyonu’nun azalan gün ışığı ve diğer mevsim faktörlerinden etkilenen seratonin, melatonin düzeyleri dâhil endokrin ve nöronal sistemin bir ürünü olduğu düşünülmektedir. Oluşmasında genetik yapı, aşırı ve uzun stres dönemleri, vücut biyokimyası bozukluk ve değişkenlikleri etkilidir(5). Bireyler kışın güneş ışığına daha meyillidir, bu bir nevi fototerapidir. Aynı zamanda beslenme de değişir(1,4,5,8,9). Kışa girerken de bağışıklık sistemi güçlü olmalıdır. Bu amaçla, grip ve nezleden astım ve zatürre ataklarına, ateş, aksırık ve öksürük tablolarına karşı zencefil, ekinezya gibi bitkisel destekler, beta-glukan içeren ürünler, çinko, C vitamini, N-acetyl cystein preparatları gibi çok alışık olmadığımız ürünlerle immun sistem fizyolojisi güçlendirilmeye çalışılır. Örneğin, Afrika kökenli bir bitki olan Umckaloabo’nun üst solunum yolu ve akciğer enfeksiyonlarına yol açan virüslere karşı immuniteyi ve savunma hücrelerini aktive ettiği bildirildiğinden, bitkinin damla ve şurup formundaki preparatlarından yararlanım artmaktadır(10). Kış koşullarına uyumlu bir metabolizma için, fasulye, nohut, mercimek gibi kuru baklagil, narenciye ürünleri ve yeşil yapraklı sebzeler, içerdikleri yüksek düzeyde demir, potasyum, bitkisel protein, folik asit, B vitaminleri ve C vitamini nedeniyle önemlidir. Greyfurtun metabolizma hızlandırıcı, vücut direncini artırıcı etkileri, kırmızı üzümün güçlü fitokimyasal içeriği, lif, vitamin ve mineralleri, narın güçlü bir antioksidan ve endokrin sistemi regüle edici etkisi, brokolinin taşıdığı enzimler ve vitaminlerle oluşturduğu geniş terapotik etki, bağışıklık sisteminin önemli destekçileridir. Ülkemizin endemik bitkilerinden kestane, nişastasına karşı temkinli olmak koşuluyla, protein, lif, potasyum, fosfor, kalsiyum ve B grubu vitaminleri ile kış için yararlanılabilecek bir tıbbi üründür. Badem, fıstık, fındık, ceviz, kabak ve ayçiçeği çekirdekleri, hamsi, istavrit, lüfer, palamut gibi balıklar zengin omega-3 ve omaga-6 içerikleri, kalsiyum, E vitamini ve güçlü nitrik oksit üreticisi arjinin düzeyleri nedeniyle kış listesine alınabilir. Araştırmalar, günlük 30 gram kadar kuruyemiş almanın ani ölüm riskini % 20, kalp krizi riskini % 30, kanser riskini % 10 civarında azaltabileceğini bildirmektedir(5,10). Kışa uyumlu bir fizyoloji için, gençler, erişkin ve yaşlılar suya, ayrana, çocuklar ise süte yönelebilir. Daha az alerjik olması yanında, daha güçlü protein, vitamin ve mineral içeriği nedeniyle keçi sütü tercih edilebilirse de yeni doğanlar için kış koşullarına karşı anne sütünün alternatifi yoktur(11). Bitki çayları denilince sebze çorbaları, kahve ve salep akla gelmese de kış içecekleri menüsünde yer almaları uygun sıcak bitkisel içeceklerdir. Düşük kalorili zengin besin içerikleri ile balkabağı çorbası, lahana çorbası ve sebze çorbaları kışa uyumlu bir metabolizma için öğünlerde yer almalıdır, ancak alışkın olmadığımız bu çorbalar için eğitim süreçlerinde ve medyada farkındalık çalışmaları gerekmektedir. Tam bir likopen olan domates, karotenoitlerce zengin balkabağı, güçlü antioksidan karakteriyle lahananın çorbaları birer bağışıklık çorbası olarak tanımlanabilen tıbbi bitkisel ürünlerdir(10).

 

HOMEOSTATİK DENGEYE İKLİM KOŞULLARININ ETKİSİ

Aerobik yani oksijene dayalı yaşam, serbest radikaller denilen reaktif oksijen ve nitrojen metabolitlerini doğal olarak üretir, radikaller aerobik canlıların normal çıktılarıdır. İklim koşulları bu ürünlerin oluşumunda etkilidir. Yazın solar radyasyon (güneş ışınımları), kışın ise sirkadiyen ritmin artmış karanlık fazına bağlı değişen hormon seviyeleri, viral ve bakteriyel tehditlerdeki artışa karşı oluşan fagositik duyarlılık, hava kirliliği, soğuk ve sisli hava gibi nedenlerle reaktif ürünler artmakta, homeostazı sürdürmek zorlaşmaktadır. Oksidatif ürünlerin bizzat kendilerinin ve reaksiyonlarının doku hasarına, toksik ürünlere ve patolojik oluşumlara yol açtıkları, fizyolojik zindelik, immun direnç ve homeostatik denge için nasıl birer risk oldukları iyi bilinmektedir. Organizmadan temizlenmeleri ve baskılanmaları için önlem arayışları artarak sürdürülmektedir, çünkü tüm hücresel yapılar serbest radikal atakları, oksidasyon ve peroksidasyon reaksiyonları için birer hedeftir (12,13). Proteinler ve genetik materyal oksidasyon için, fosfolipidler lipid peroksidasyonu için ideal ortamlardır(14). Mevsimsel faktörlere bağlı gelişen oksidasyon ve peroksidasyon reaksiyonları, proteinlerin denatürasyonuna, enzimatik inaktivasyona, nükleik asitlerin hidroksilasyonu ve mutasyonlara, çapraz bağların bozunumuna, doku direncinin düşmesine ve hücresel ölümlere yol açabilmektedir(15). Bütün bu risklere karşı, organizmanın intraselüler olarak enzimlerle, interselüler ortamda ise diğer makromoleküllerle yürüttüğü savunmaya destek olan aromatik tıbbi bitkilere ait çaylar, ekstraselüler antioksidan kaynaklar olarak önemlidir.

 

ÇAY FORMUNDAKİ BAZI TIBBİ AROMATİK BİTKİLER

Sıvı alımının ve su döngüsünün azaldığı kış döneminde güvenilir sıvı kaynakları olarak da öne çıkan bitki çayları, tıp, veteriner, biyoloji ve eczacılık disiplinlerince de araştırılmaktadır. Ucuz olmaları, tercih edilirlikleri ve olumlu etkileri nedeniyle Türk Farmakopesi’nde kendine yer bulma aşamasına gelmiş bitki çaylarının tıbbi kullanımları için, standart belirleme, ruhsatlama ve endikasyon alanları belirleme süreci devam etmektedir. Klasik siyah çay, yeşil çay, beyaz çay, yasemin, ıhlamur, adaçayı, akasya, aynısefa, kişniş, nane, mercan köşk, limon, limon otu, zerdeçal, zencefil, melisa, maydanoz, papatya, biberiye, rezene, rezene-anason, sarımsak, elma, portakal, üzüm, tarçın, ceviz, zarı ve kabuğu, meyan kökü, ısırgan otu, dere otu, havlıcan, karahindiba, kekik, kuş burnu, böğürtlen, kızılcık, moringa, mursala, pu-erh, chia, rooiboz (kırmızı çay), paraguay çayı (mate çayı/ Ilex paraguayensis), güney afrika akasyası kökleri (umclaoba/pellergonium sidoides özleri), uvez meyveleri, ökse otu, mısır püskülü, hibiskus, sinameki, çörek otu, çakşır, civanperçemi, ebegümeci, enginar, funda, gülhatmi, gingko biloba, kiraz sapı, ölmez otu, pelin otu, çöpleme otu, ginseng, sideritis/dağçayı, kantaron, karabaş otu, mersin gibi bitkilerin çaylarının fizyolojik homeostaz ve zindelik açısından etkili birer içecek ve fitoterapik malzeme olarak kullanımlarına yönelik çalışmalar oldukça fazladır(1,3,4,9,10,16).

 

BİTKİ ÇAYLARINDAKİ FİTOKİMYASALLAR VE FİZYOLOJİK ETKİLERİ

Antioksidan güvenliğinin artan önemi nedeniyle tıbbi ve ıtri bitki çayları gündem oluşturmaktadır. Sebze, meyve, taneler, hububatlar ve baklagillerle beslenmenin kalp hastalıkları, hipertansiyon, kanser, diyabet gibi riskleri azaltabileceği düşünülmektedir(1). Bitkiler, bünyelerindeki antioksidan maddelerle, hücreleri oksidasyon reaksiyonlarının yıkımlayıcı etkilerine karşı koruduğu için, tıbbi bitkilere yönelim gittikçe artmaktadır(5). Bitkilerdeki on binlerce fitokimyasal madde tek tek analiz edilmekte, etkileri araştırılmaktadır(4). Sürdürülebilir homeostaz ve zinde bir organizma ile güçlü immun yapı sayesinde hastalık riskini azaltan fitokimyasallara sahip birçok bitkinin çayı yaygın olarak kullanılmakta, kış koşullarında bu kullanım artmaktadır(10). Tıbbi bitkilerin renk, koku ve tatlarının oluşmasında biyolojik aktif maddeler olarak fitokimyasallar belirleyicidir(1). Sadece domateste on binden fazla bulunduğu göz önüne alındığında her birini tek tek ele almanın mümkün olmadığı fitokimyasallardan(17,18) kış çaylarında öne çıkan kateşinler, izoflavanlar, indoller, karotenoidler, antosiyanidin, ellagik asit ve polifenoller, fenolik bileşikler, flavonoidler, izoflavonlar, kumarinler, kateşinler, antosiyanidinler, karotenoidler, likopenler, fitatlar, indoller, sülfitler, izotiyosiyanatlar, ligninler, laktonlar, saponinler, glikozinolatlar, fitosteroller, fitoöstrojenler, saponinler, terpenler, ellagik asit, quarsetin gibi maddelerin bazıları ve temel özellikleri şöyle  sıralanabilir(1,4,5).

İzoflavanlar: Meyan kökü, şerbetçi otu, yeşil çay, kuru fasulye, baklagiller ve soya, izoflavonlar açısından zengin bitkilerdir. İzoflavanlar, oksidatif hasara uğramış hücreleri onarabilmekte, LDL oksidasyonunu inhibe ederek oksidayona karşı hücreleri korumakta, steroidlerin metabolik profilini ve p450 substratlarını değişime uğratıcı etki gösterdikleri ileri sürülmektedir(1,4,8).

Ellagik asit: Güçlü bir antioksidandır. Kirli hava, sigara dumanı, organik yanık ürünlerin hücre DNA’sına zararını önleyebilmekte, P53 geninin kanser hücrelerince yok edilmesini engellemekte, kanserojen moleküllere bağlanıp etkisizleştirmektedir. Ceviz, üzüm, nar, böğürtlen, kızılcık, ahududu, kiraz, elma, çilek ve hint safranında yoğun bulunur. En yoğun olarak ahudududa bulunur(1,4).

Gallik asit:  Bütün bitkilerde bulunur. En etkili türevleri tanenlerdir, bu yüzden çay bitkisindeki polifenollerden gallik asit uzun süre tanenler olarak tanınmıştır. En yoğun kaynakları arasında çay bitkisi, mazı, üzüm, şerbetçi otu ve meşe kabuğu vardır. İyi bir antioksidandır, antifungal ve antiviral etkileriyle de tanınmaktadır(4).

Fitatlar: Demir emilimini dengeleyerek oksidatif stresi önlemektedir. Keten tohumu, baklagiller, çekirdekler, tahıllar ve tohumlarda bulunmaktadır(4).

İndoller: Sinirsel ileti ve sinaps aktiviteleri ile kan glikoz düzeyinin regülâsyonu, tansiyonun düşürülmesi, yararlı östrojen alt grupları yapım ve salınımında rol alırlar. Brokoli, kıvırcık lahana, brüksel lahanası, lahana, karnabahar, şalgam ve yaprakları, hardal yaprağı, ginseng, susam, acı kabak, su kabağı, sarmaşık, yeşil sebzeler, taneler ve yumru kökler indollerce zengindir(1,4).

Flavonoidler: Kateşinler olarak da bilinirler, üzerinde en çok çalışılan antioksidan kimyasallardır. Çay ve böğürtlengiller en zengin kaynakları olup yeşil çayda siyah çaydan daha fazla bulunur. Havuç, elma, narenciye, çilek, frambuaz, brokoli, ginko bloba, maydanoz, lahana, kabak, domates, salatalık da kateşinlerce zengin tıbbi bitkilerdir. Fosfatidil inozitol yoluyla inflamasyon reaksiyonlarını baskıladıkları, hücrede mikrozomal peroksidasyon reaksiyonlarını inhibe ettikleri, fosfatidil inozitolü baskılamak suretiyle hücre proliferasyonunu kontrol altına alabildiklerini, kalpteki uyarı ileti sistemini regüle ettikleri ileri sürmüşlerdir(4).

Terpenler:  Hücrelerde mikrozomal lipid peroksidasyonunu ve oksidatif stresi önler. Narenciye, kiraz ve vişne önemli terpen kaynaklarıdır(1).

Fenolik asit: Sebzeler, ceviz, fındık gibi kabuklu yemişler, kiraz, vişne, elma, çilek, frambuaz, brokoli, portakal ve domateste çok bulunur. Birçok enzimsel aktivitenin kontrolü, nitrozamin oluşumunun engellenmesi, plazma lipit dengesizliklerinin giderilmesi gibi etkileri bildirilmiştir(4).

Kumarinler: Yüksek miktarda alındığında toksik etkilidirler. Lavanta, meyan kökü, tarçın, kereviz tohumu, böğürtlen, kayısı ve kirazda bulunurlar. DNA yapısını zararlı maddelerin tesirlerinden korudukları, özellikle furokumarinler, izoimperatorin ve bergapteninin asetilkolini inaktive eden asetilkolinesteraz (AChE) ve butirilkolinesteraz (BChE)’ı iyi derecede inhibe ettikleri sanılmaktadır(1,4).

Polifenoller: Antioksidan özellikleri nedeniyle LDL oksidasyonunu inhibe ederek hücreleri korurlar. Şerbetçi otu, zeytin, siyah ve yeşil çay ile üzüm çeşitleri polifenollerce zengindir. Şerbetçi otunun mutagenik streptokokları baskıladığı, bu işlevinde polifenollerin rol aldığı raporlanmıştır. Klasik siyah çay bol miktarda antioksidan polifenol içerir. Zeytinyağının serbest radikallerin primer rol aldığı hastalıklardaki koruyuculuğunun polifenollere dayandığı ileri sürülmüştür(1).

Likopenler: Antioksidan, antikanser, erkek cinsiyet hormonlarının düzey ve aktivitesini regüle eden maddelerdir. Likopenler, kırmızı sebze ve meyvelerde bulunan karoten familyasına ait kırmızı renkli bir pigmenttir. Karpuz ve greyfurt yanı sıra özellikle olgun domates tam bir likopen kaynağıdır(4).

Glissirizin: DNA hasarını önlediği, katabolik ürünlerin toksik etkilerini nötralize ettiği, çok güçlü antiviral etkinlik gösterebildiği, antioksidan savunmada rol aldığı bilinir. En önemli glissirizin kaynağı meyan köküdür(1,4).

İzotiyosiyanatlar: En bilinen etkisi DNA hasarını önlemedeki başarısıdır. Bu işlevi enzimsel aktiviteleri motive ederek gerçekleştirdikleri sanılmaktadır. Büyüme inhibisyonuna ve apoptosise neden olan kanser hücrelerinde hücresel sinyal iletimi yolu ve biyotransformasyon enzimleri üzerine etkileri ile kanserojen kimyasalın metabolizmasını modifiye ederek kanser hücrelerini azaltmaktadırlar. Su teresi, turp, mor ve beyaz lahana, Savoy ve Brüksel lahanası, karnabahar, brokoli ve kolza gibi yağlı tohumlar ile hardal gibi baharatlarda bulunur(1,20).

Antosiyaninler, antosiyanidinler: Kırmızı, mor, mavimsi pigmentlerin bir grubudur. Olgunlaşmış bitkilerin çiçekleri ve meyvelerinde, yaprakları, gövde ve köklerinde bulunur. Yabanmersini, kiraz, vişne, üzüm, kara mürver, karadut, nar, böğürtlen, ahududu, kırmızılâhana, kuş üzümü, çilek, erik, şeftali, incir, frenk üzümü, kırmızıturp önemli kaynaklarındandır(5,10). Antosiyaninler güçlü antioksidanlardır, kanser ve damar sertliğini önlemede etkinlerdir(4,22).
Karotenoidler: Oksidatif hasarları onardığı, DNA sarmal kırılmalarını önlediği, kanseri önleyebildiği düşünülmektedir. Hindiba, güneyik, rezene kök ve yaprakları, ananas, kivi, domates, havuç, ıspanak, karnabahar, frenk soğanı, turp, üzüm, patlıcan, kereviz karotenoidlerce zengindir(4).

Sülfitler: Toksik kimyasalların ve metabolitlerinin vücuttan atılmasında rol alan glutatyon transferaz, NADPH ve quinon redüktaz gibi detoks enzim aktivitelerini artırdıkları, güçlü antioksidanlar oldukları tespit edilmiştir. Sarımsak, soğan, frenk soğanı, pırasa, ananas ve brokolide önemli düzeylerde mevcuttur(1).

Quarsetin: Üzüm çekirdeğinde bulunan, meyve ve sebzelerin rengini oluşturur, güçlü bir antioksidandır. En önemli işlevi metabolizmayı hızlandırmasıdır(4).

Resveratrol: Üzüm, üzüm yaprağı, pekmez ve üzüm suyunda bulunur. Çok güçlü bir antioksidandır(4,22).

Sülforafan: Bilinen en güçlü anti kanser fitokimyasallardandır. Başlıca sülforafan kaynakları lahana, karalâhana, karnabahar ve turptur(22).

Kapsaisin: Metabolizmayı hızlandırır, kolesterol seviyesini azaltır, inflamasyon süreçlerini baskılar. Bibere acısını veren fitokimyasaldır. Kapsaisinin nitrozamin oluşumunu baskıladığı bildirilmiştir(22).
Pektin: Güçlü bir kolesterol azaltıcıdır, daha çok elma ve greyfurtta bulunur (1,22).

 

KIŞIN DA METABOLİK HOMEOSTAZ İÇİN SİYAH ÇAY

A ve C vitaminleri, demir, çinko, kalsiyum gibi mineral içerikleri ve antioksidan özellikleri nedeniyle zencefil, kuşburnu, dağ çayı, adaçayı, ekinezya, papatya, tarçın, papatya, nane ve limon çayları kış çayı olarak ilk akla gelen tekli veya kombine terkiplerdir. Ancak, bünyesindeki flavoneller (kateşinler), flavonel glikozidler ve tanenler (gallik asit), enzimler, alkaloidler, azotlu bileşikler, pektik maddeler, pigmentler, vitaminler, mineraller ve uçucu maddeler nedeniyle çay bitkisi Camellia sinensis’ten üretilen siyah çay, yeşil çay ve beyaz çay unutulmamalıdır(6) Çay, tüm dünyada sudan sonra en çok başvurulan içecektir. Türkiye’de 1924 yılında üretilmeye başlanmıştır, üç çeşidi vardır; Camellia sinensis, Camellia assamica, Camellia cambodiensis(21). Zindelik ve metabolik motivasyon için çayın beyazı, yeşili, siyahı, üçü de önerilir. Çayın uyarıcı etkisi kafeinden kaynaklanıır. Bir fincan (250 ml) siyah çay 60-90 mg kafein içerirken, yeşil çay 35-70 mg, beyaz çay ise 30-55 mg kadar kafeine sahiptir. Stabil bir fizyoloji için önerilen kafein 300-350 mg/gün’dür. Bu miktar, 3-5 mg/kg, maksimum olarak 5-8 mg/kg’dır(6). Tüm toplumlarda kullanılıyor olması nedeniyle evrensel, ama her ülkenin yetiştiriş ve hazırlayışının farklılığı nedeniyle yerel bir içecektir. Farklı hazırlanış ve kullanımlarına rağmen çayların hepsinin etki spektrumu benzerdir, hepsi uyarıcıdır, bedene ve zihne zindelik vermektedir. Camellia sinensis yapraklarından elde edilen siyah çay, yeşil çay ve yeni bir form olan beyaz çay, diğer bitki çayları gibi önemli bir sağlık ve zindelik aracıdır; diğer bitki çayları gibi çay da glikozitler, organik asitler, alkaloitler, vitaminler, tanenler, mineraller, hatta antibiyotikler içermektedir. Çaydaki dört bini aşkın fitokimyasaldan en önemlileri flavonoid grubu polifenollerdir. En etkili polifenol epigallokateşindir. Bir fincan yeşil çayın yaklaşık 300 mg flavonoid içeriğine sahip olduğu, bir fincan siyah çayda bu içeriğin 250 miligram olduğu bildirilmiştir. Bu veri antioksidanlar açısından iki çayın arasında çok önemli farkın olmadığı göstermektedir. Tadı ve kullanımını bildiğimiz siyah çayın bitki çayı olarak önerilmesi, bu nedenle yerinde olur(23). Çayı öne çıkaran bir diğer özelliği, onun aynı miktar kahveye göre üçte bir daha az kafein içermesidir(6). Ayrıca çay bitkisi C ve E vitaminleri açısından da güçlü bir antioksidandır, ancak 30 ˚C sıcaklıktan sonra bozunumu başlayan C vitamini, çayın demlenmesi sürecinde etkisini yitirmektedir(6,23).

BEYAZ, YEŞİL VE SİYAH ÇAYLARIN FARKI

Beyaz çay henüz çay yaprakları açamadan tomurcukken toplanan çaydır. Soldurma ve kurutma dışında bir işlem uygulanmaz, yeşil çay gibi o da fermente olmaz. Çay yaprakları işlenirken ne kadar az okside olursa antioksidan niteliği o kadar yüksektir. En güçlü antioksidan aktivite sıralaması beyaz, yeşil ve siyah çay şeklindedir(23). Yeşil ve siyah çay arasındaki temel fark, yeşil çay, çay yapraklarının kurutulması ile elde edilirken, siyah çay fermente olması sağlanan çay yapraklarından üretiliyor. Fermantasyon işlemi yaprakları karartırken lezzetini, aromasını daha cazip hale getiriyor, ancak bu süreçte çay yapraklarının antioksidan içeriği ve etkinliği azalıyor(22,23).

Çay, yoğunlaşma isteyen işler ve egzersiz öncesinde alındığında performansı artırır, üretilen serbest radikallere karşı bedeni korur. Güncel bilimsel çalışmalar çayın içerdiği flavonoidlerin belleği olumlu etkilediğini, yaşlanmaya bağlı mental yitimleri bir ölçüde önlediğini, kilo kontrolüne yardımcı olabildiğini, kemik sağlığını desteklediğini, dişleri sarartsa da diş ve diş eti sorunlarını önlediğini, bağışıklığı desteklediğini bildirmektedir(6,22). Çay kateşinleri güçlü antioksidan etkileri ile kalp hastalıklarında, bunamada, alerjik tepkilerin sınırlanmasında, katarakt ve varis oluşumunun engellenmesinde etkilidir. Kateşinlerin damar tıkanıklığı, kanser ve kan pıhtılaşmasına karşı hücreleri koruduğu, bir detoks faktörü gibi etki gösterdiği, her gün alınacak iki fincan çayın sadece kanser riskini değil, kanserin yeniden oluşma riskini de azalttığı Maryland Üniversitesi Tıp Merkezince bildirilmiştir(6). Yeşil ve siyah çay arasında flavonoidlere bağlı antioksidan etkide önemli bir fark yoktur. Bir bardak (250 ml) siyah çayda yaklaşık 250 mg, yeşil çayda 300 mg flavonoid polifenol yani kateşin vardır. Flavanoidlerin en etkin olanı Epigallokateşin Gallat (EGCG)dir. C ve E vitamininden 20-30 kat güçlü bir antioksidan olduğu düşünülen EGCG çayın temel gücünü oluşturmakta, Alzheimerden enfarktüse, felçlerden kanserlere birçok hastalıkta etkin rol aldığı düşünülmektedir(6).

Çayın çok sıcak ve şeker kullanılarak içilmesi çaya bağlı risklere yol açmaktadır(23). Lezzetli, ucuz, kalorisiz bir tıbbi aromatik bitki olan çayı şeker (sükroz) ve yapay tatlandırıcılar katmadan orijinal haliyle içmenin uygun olacağı, mutlaka tatlandırılacaksa Rize şekeri (Stevia bitkisi) gibi doğal ve kalorisiz katkılar kullanılmasının uygun olacağını düşünmekteyiz. Şeker-nişasta bazlı früktoz veya yapay tatlandırıcı yüklü soğuk çaylardan uzak durulmalıdır. Çaya limon eklemenin, hayvansal gıdalardan gelen demirin emilimini etkilemediği, çayın antioksidan etkisini artırdığı bildirilmektedir. Taze demlenip içilen çayların daha güçlü antioksidan etkiye sahip oldukları, kafeinsiz ve poşet çaylar ile soğuk içilen şekerli-şekersiz ambalajlı çayların daha az antioksidan içerdiği bilinmektedir(6,23).

 

ÜZÜM ÇAYI

Adaçayı, dağ çayı, ısırgan çayı, ıhlamur çayı, tarçın-karanfil çayı, zencefil-limon çayı, kuşburnu çayı, melisa ve papatya çayı, rezene çayı, nane çayı yaygın olarak bilinir ve kışın çok kullanılırlar. Ayrıca hazımsızlıkta, uyku öncesinde, gaz sancısında yine nane, melisa ve rezen gibi çaylar gelir. Kış içecekleri arasına mutlaka geleneksel siyah çayı katmak ayrıca neredeyse hiç hatırlanmayan sıcak üzüm çayını da bir kış içeceği olarak görmek önemlidir. Üzüm çayındaki kuversetin, hücre membranlarının sağlıklı iletişimi ve beslenmesinde, kanserden korunma ve virüs enfeksiyonlarını önlemede etkilidir. Antosiyaninler üzümde bol bulunan antioksidanlar olarak üzüm çayının etkinliğini artırmaktadır. Ayrıca resveratrol, üzümle özdeşleşen bir antioksidan olarak ciddi sağlık ve zindelik sağlayıcı etkiye sahiptir. Son yıllarda önemi daha iyi anlaşılan ellagik asit de güçlü bir antioksidan olarak üzümde yoğun bulunur. Günümüzde üzüm çekirdeğinin bir sağlık miti haline gelmesinin sebebi resvaratrol, quarsetin gibi antioksidanlardır. Üzüm çekirdeğindeki güçlü antioksidan yapı, kardiyovasküler sorunlar, diyabet, hipertansiyon, varis, katarakt, maküler dejenerasyon gibi kronik hastalıklara karşı korunma ağlarken DNA hasarını azaltmakta, yaşlanmayı sağlıklı bir forma çekmektedir(4,20,22). Diyabete dikkat edilerek, üzüm çayı ve üzüm suyu içmek, üzüm ve pekmez yemek bitkisel bir terapi uygulamasıdır. Bir tıbbi fenomen olan üzümün çekirdeğinden asmasına proantosiyanidinler ve resveratrol, quarsetin gibi antioksidanlarla donatılı yapısından yararlanmada sıcak formundaki çayından yararlanılabilir. Ülkemizin önemli psikiyatrlarından Dr. Emin ACAR (1932-2016)’ın on yıllar boyu, kliniğine gelen herkese gün boyu sürekli sadece sıcak üzüm çayı verdiği, üzümü ve çayını önerdiği bilinmektedir. Bunun alternatif ve tamamlayıcı hekimlik açısından literatür değeri taşıyan bir uygulama olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

Sonuç olarak, toplumsal alışılmışlık nedeniyle özellikle siyah çay, farkında olarak kullanmamız gereken kış çayı formlarındandır. Zengin fitokimyasal içeriği nedeniyle özenilmesi gereken bir diğer kış çayı üzüm çayıdır. Diğer tüm bitkisel çaylar, kalite standartları uygun olmak koşuluyla kullanılabilir. Ancak bitki çaylarının, örneğin siyah-yeşil çay, papatya çayı, rezene, zencefil, sinameki gibi bazıları etkilerini hemen bir kaç kullanım sonunda çok hızlı göstermelerine rağmen, gingko bloba, ginseng, biberiye, keten tohumu, ökse otu çayları gibi bazılarının etkilerinin izlenmesi, dokusal değişimlere bağlı olduğu için aylar gerektirebilir. Herhalukarda, sıvı alım ve atılımının azaldığı, terlemeye dayalı detoksifikasyon sürecinin daha az aktif olduğu kış dönemi dikkate alınarak, ekstraselüler sıvı ortama geçerek ter ve idrar yoluyla atılan bitkisel çayların, güvenli hazırlanmış olmaları, asgari kalite standartlarını taşımaları koşuluyla, daha çok alınmaları homeostaz açısından olduğu kadar, çocuk ve gençlerin gelişim süreçleri ile geriatrik dönem sağlığı ve zindelik için önemlidir.

 

KAYNAKLAR

  1. Dündar Y. (2001) Fitokimyasallar ve Sağlıklı Yaşam. Kocatepe Tıp Dergisi. 2:131-138
  2. Anonim, http://www.bugday.org/portal/haber_detay.php?hid=2821 2018
  3. Dündar Y, Aslan R. (2000) Antioxidative Stress. Eastern Journal of Medicine. 5(2): 45-47.
  4. Evcimen M. Aslan R. (2015) Yaygın Kullanıma Sahip Tıbbi Aromatik Bitkilerdeki Bazı Antioksidan Fitokimyasalların Fizyolojik Etkileri. Kocatepe Vet J. 8(2):59-72
  5. Müftüoğlu O. (2018) grip-ve-nezle-icin-bitkisel-cay-ve-dogal-takviyeler-40708932
  6. Müftüoğlu O (2017) cay-neden-saglikli-bir-icecek-40635693
  7. Çevik C, Aslan R. (2015) Effects of photoperiod variations and alpha-lipoic acid treatment on melatonin, cortisol, and oxidative stress levels in the blood of rats. Turk J Biol. 39: 941-949
  8. Aslan R. (2017) Performance, Physiology and Psychology Interaction. Acta Physiologica. 221(S714):18-19
  9. Aslan R. (2016) Hekimlikte Alternatif ve Tamamlayıcı Tıbbi Yaklaşımlar. Kocatepe Vet J. 9(4):363-371
  10. Müftüoğlu O. (2012) kisa-hazir-misiniz-21852092
  11. Müftüoğlu O (2016) anne-sutu-hicbir-seyle-kiyaslanamaz-40106159
  12. Pal Yu B. (1994) Cellular defenses againest damage from reactive oxvù gen species. Physiological Reviews 74:139-61
  13. Mead JF. (1989) Free radical mechanism of lipid damage and consenquence for cellular membranes. Free Radicals in Biology. 176-81
  14. Thomas MJ. (1995) The role of free radicals and antioxidants: how do ıhey know that they are working. Crit Rev Food Sci Nutr. 35: 21-34,1995.
  15. Dündar Y, Aslan R. (2000) Hekimlikte Oksidatif Stres ve Antioksidanlar. ISBN: 9789757150299 Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayınları. 20-87
  16. Anonim, https://ailecesaglik.com/beslenme/bitki-caylari/bitki-caylari-36-bitki-cayi-icin-kisa-bilgiler-5/ 2018
  17. Balch JF, Balch PA. (1997) Pre scription for Nutritional Healing. 2nd edition, Avery Publication, USA, p:5-9
  18. Craig WJ. (1997) Phytochemicals: Guardians of our health. J Am Diet Assoc. 10(2):199-204
  19. Küçükkurt İ, Fidan AF. (2008) Saponinler ve Bazı Biyolojik Etkileri. Kocatepe Vet J. 1(1): 89-96
  20. Onsekizoğlu P, Acar J. (2003) İzotiyosiyanatlar ve insan beslenmesindeki önemi. Gıda Mühendisliği Dergis. 7(15):37-42
  21. Anonim, http://forum.gidagundemi.com/cayin-yapisi-ve-cayda-bulunan-kimyasal-ve-biyokimyasal-maddeler-t25434.html 2018
  22. Müftüoğlu O. (2015) 10-mucize-molekul-30215030
  23. Müftüoğlu O (2016) hangi-cay-40118869
Genel kategorisine gönderildi | Zinde Bir Fizyoloji İçin Kış Çayları için yorumlar kapalı

Mikroplastikler: Bindiğimiz gemiyi deliyoruz!

MİKROPLASTİKLER: HAYATI KUŞATAN YENİ TEHLİKE

Recep ASLAN

GİRİŞ

Plastik Çağı’nı yaşadığımızı söylemek bir abartı olmaz. Plastikler, kimya ve malzeme bilimi sayesinde saymayacağımız kadar çok çeşidi ile hayatımıza girmiş ürünler olarak filtrelenmesi ve korunulması zor kirleticilerin başında gelmektedir. Bu açıdan mikroplastikler, günümüzde insanın plastik ayak izinin büyüdüğünü, bunun genel canlı sağlığı ve sürdürülebilir çevre için risk haline geldiğini işaret eden yeni bir göstergedir. Kişisel bakım ürünleri, şampuanlar, deterjanlar, diş macunları, tekstil ürünleri, çantalar, ayakkabılar, araba lastikleri, gıdalar gibi çok yaygın bir ürün yelpazesi, kompozisyonunda mikroplastik içeriyor, kullanımına bağlı olarak havaya, suya, çevreye mikroplastik parçacıklar saçıyor, bunu doğaya teknoloji ve ürünleri salıyor. Bitkiler, kara ve deniz canlıları ile insanlar, çok küçük bu plastik parçacıkları yaygın olarak yiyor, içiyor, soluyor. Yaygın ve yüksek bir farkındalık oluşması, ciddi önlemler alınması gereken mikroplastikler, kaynakları ve etkileri ile yayılan ve yaygınlaşan kirleticiler olarak öncelikle araştırılmalıdır. Plastik ayak izimizi azaltacak bilgilendirme, bilinçlendirme, teşvik, yönlendirme ve yasal tedbirler hızla devreye sokulmadığı takdirde, artan yeni sağlık sorunları, genetik hastalıklar, başarı, motivasyon ve memnuniyet duygusunda azalma, kriminal olgularda artış, hava, su, toprak kalitesine dayalı çevre problemleri kaçınılmaz olarak artacaktır.

Partiküler olarak 1 mm’den küçük plastik parçacıklar mikroplastik olarak tanımlanır (1) Bunu 5 mm olarak kabul eden yaklaşımlar da mevcuttur. Bu plastik kırıntıları ve parçacıklar şehir tozlarında, trafiği yoğun yerlerde, endüstri bölgelerindeki hava, toprak ve su kaynaklarında birikmekte, bitkilere geçmekte, hayvanlar ve insanlar tarafından solunumla aspire edilmekte ve yutulmaktadır. Mikroplastiklerin ve plastik katkı maddelerinin solunması, yutulması, organizmaların sağlıkları için belirsiz ve riskli sonuçlara yol açabilmektedir. Mikroplastiklerin günümüzde, kutuplardan ekvatora kadar tüm kıtalarda, kara ve sularda önemli bir kirlilik nedeni olduğu, bunların yoğun nüfuslu bölgelerde daha fazla malzemeyle kontamine olduğu, buna rağmen böylesi büyük bir tehlikenin ağır metaller gibi kirletici ve zehirleyicilerin gölgesinde yeterince fark edilmediği görülmektedir (1, 2)  Mikroplastik çeşitliliği, yaygınlığı ve parçaların büyüklükleri dünyanın farklı bölgelerine göre değişmekte, fakat günlük hayatın rutin işleyişi esnasında bu parçacıkların ortama bırakılmasının sıradanlaştığı gerçeği değişmemektedir. Mesela mikroplastikler için önemli bir kaynak, çamaşır yıkanması esnasında, giysilerden ve deterjanlardan suya karışan plastik lifler ve parçacıklardır ki, bunlarla kirlenmiş atık sular yoluyla su kaynakları, bitkiler, kara ve su hayvanları da mikroplastiklere maruz kalmaktadır. Mikroplastikler, tekstil endüstrisinde kullanılan polyester ve akrilik lifler ile boyar malzemelerden yaygın olarak oluşmaktadır. Atık su deşarjlarını ve kanalizasyon atıklarını alan habitatlardan alınan sediment örnekleri bu parçacıkları yoğun olarak içermektedir. Evsel çamaşır makinelerinin atık su örneklerini inceleyen çalışmalar, tek bir giysinin her bir yıkamada yaklaşık 1900 mikroplastik lif üretebildiğini göstermiştir (1).

Plastikler hafif, esnek, dayanıklı, kolay işlenebilir ve ekonomik olmak gibi avantajları nedeniyle günlük hayatın her alanında yaygın kullanılan polimer tabiatlı malzemelerdir.

Dünyadaki plastik tüketimi 1950’lerden bu yana hızla ve katlanarak artmakta, 2050 yılına gelindiğinde, bugünkü rakamlara 33 milyar ton plastik ekleneceği düşünülmektedir.

Mutfak eşyaları, ambalaj malzemeleri, otomotiv, beyaz eşya, makina, oyuncak, bahçe malzemeleri, inşaat, halı, battaniye ve giyimde kullanılan tekstil ürünleri önemli düzeyde plastik malzeme içermektedir. Bu plastikler tek-çok kullanımlık, dayanıklı dayanıksız, sert yumuşak gibi özelliklere sahip olarak çeşitlenmektedir. Birincil veya ikincil mikroplastik ürünlerin insan ve hayvan sağlığı ile çevrede yol açtığı tehlikelerin çoğu henüz tanımlanmış değildir. Artan plastik üretim ve tüketimiyle orantılı olarak bu riskler ve sorunlar hızla artmaktadır (2).

NAYLONDAN PLASTİĞE

Naylon, dünyanın her yerinde bir anda meşhur olan ilk plastiktir ama naylon ve plastik farklı kimyasal maddelerdir. Her ikisi formülleriyle birbirinden ayrılsa da, algı olarak birbirleriyle karıştırılan ürünler olarak sıklıkla biri diğeri sanılmaktadır. Naylon olmadığı halde plastik torbalar halk arasında naylon torba, plastik sera örtüleri naylon örtü olarak tanımlanır (3). Bu o kadar yaygın bir yanılmadır ki bazı belediyeler, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve kamu kurumlarının bildiri, ilan, spot ve hatta ihale ilanlarında bile karşımıza çıkmakta, “ihale ile naylon torba alınacaktır” ilanları yayınlanabilmektedir. Bahsedilen torbalar, örtüler “polietilen” denilen plastikten yapılır. Polietilen, sadece karbon ve hidrojen atomlarından oluşurken, naylon karbon ve hidrojen yanı sıra azot atomu da içerir. Kadın ve erkek çorapları, spor kıyafetleri, makine halıları, paraşütler, perdeler, bavullar, şemsiye kumaşları, diş fırçalarının kılları, ameliyat iplikleri, gitar telleri, olta misinaları, tenis raketlerindeki tel fileler, balık ağları, futbol gibi oyunlardaki kalelerin filesi, plastik sanılan makine veya motor parçaları, astronot elbiselerinin ipliği, astronotların aya diktiği bayrak gibi oldukça fazla ürün naylondur veya yapımında naylon kullanılmıştır (3).

PLASTİK SEKTÖRÜNDE ÜLKEMİZ ÖNLERDE

Ülkemiz, plastik teknolojisi ile plastik ve plastiğe dayalı ürün oluşturan önemli ülkeler arasındadır. Bununla birlikte, hem ülkemizde hem de pek çok sanayileşmiş ülkede plastiğin kontrollü tüketimi, ürünlerinin ve atıklarının ortamdan toplanması konusunda yeterli önlemlerin alınmadığı görülmektedir. Dünya genelinde toplumsal olarak plastik üretim, kullanım ve geri dönüşümü konusunda yeterli bilincin oluşması için STK’lar, medya, üniversiteler ve hem yerel hem de merkezi kamu kurumlarının kısa, orta ve uzun vadeli bilinçlendirme ve eylem planları ile projeleri hayata geçirmesi gerekmektedir. Bu yeterince yapılmadığı için mikroplastikler ve bunlara bağlı tehlikelerden birçoğumuzun haberi yoktur. Hatta birçok yerel yöneticinin, medya sorumlusu ve üniversite yönetiminin mikroplastikler gibi bir öncelik alanı bulunmamaktadır. Oysa şehir tozları, atık sular gibi yollarla maruz kaldığımız bu parçacıklar başarı, problem çözme, kendini iyi hissetme, sağlıklı insanlar arası ilişki ve iletişim gibi birçok konuda olumsuz etkileriyle dikkat çekmekte; şehir tozlarındaki tozuşan yüzlerce içerik arasında, tekstil parçaları, otomobil lastiklerinin kırıntıları ve diğer mikroplastik ürünler önemli yer tutmaktadır (4). Mikroplastikler, şampuan, sabun, diş macunu, göz kalemi gibi kişisel bakım ürünlerinden kıyafetlerimize kadar her şeyde bulunuyor, bu nedenle her gün onlara maruz kalıyor, onları farkında olmadan yutuyoruz, yiyoruz, soluyoruz. Örneğin peeling etkili ürünlerde hala küçük, aşındırıcı plastik kürecikler kullanılmaktadır. Bu aşındırıcı kürecikler, cilt yüzeyinde bulunan ölü hücreleri cilde zarar vermeden uzaklaştırabilmektedir, bu özelliği nedeniyle kişisel yüz ve vücut bakım ürünlerinde bir birleşen olarak yer almaktadırlar (5). Ancak insan ve diğer canlıların solunum ve dolaşım sistemine kolayca nüfuz edebilen, kendileri küçük ama riskleri büyük olan bu plastik parçacıklarının fizyolojik ve psikolojik sağlık üzerine etkileri, ekolojik döngüyü nasıl etkilediği öncelikli araştırma konuları arasına mutlaka alınmalıdır.

MİKROPLASTİK NEDİR?

Partiküler olarak 1- 5 mm’den küçük olan plastik parçacıklar “mikroplastik” olarak kabul edilir ve bunlar birincil ve ikincil mikroplastikler olarak iki gruba ayrılır. 5 mm’den küçük plastik üretim döküntüleri ve kozmetiklerde kullanılan mikro boncuklar birincil mikroplastikler olarak, giysi ve halı, battaniye gibi tekstil ürünleri kaynaklı sentetik tekstil lifleri ile araç lastiği döküntüleri ve diğer plastik atıklar, plastik döküntüler ise ikincil mikroplastikler olarak tanımlanır. İkincil mikroplastikler belli bir parçalanma, yıkımlanma, ufalanma süreci sonucu dolaylı oluşan mikro nano kirleticilerdir. Onları parçalara ayıran faktörler antropojenik olabileceği gibi hava, rüzgâr, güneş, UV ışınları, su gibi doğal faktörler de olabilir.

Mikroplastiklerin, yani mikroskobik plastik partiküllerin varlığı, incelenmesi, belirlenmesi ve etkileri, iki binli yılların başlarında gündem oluşturmaya başlamıştır. Buna rağmen mikroplastikler giderek artan bir ivmeyle havada, karalar, kıyılar ve sularda tehlike oluşturmaya devam etmektedir. Habitat ve biyotaya olumsuz etkilerine odaklanmış çalışmalar özellikle son 5 yılda artış göstermiştir. Buna rağmen mikroplastik kirliliği ve bu konuda yapılan çalışmalar oldukça yetersizdir, bu nedenle yeni araştırma konusu arayan araştırmacılar için iyi bir fırsat alanıdır (1, 2, 5, 6).

Mikroplastikler genellikle katkı malzemesi içerirler. Mukavemeti artırmak, farklı ve istenilen özellikte ürün elde etmek gibi amaçlarla plastiklerde Bisfenol A, kurşun, bakır, kadmiyum gibi ağır metaller, fitalatlar gibi canlılara zararlı katkı maddeleri kullanıldığı bilinmektedir. Mikroplastikler lipofilik özellikleri nedeniyle toksik kirleticileri adsorplayabilmekte; PBDE, DDT, PAH, PCB gibi kalıcı organik kirleticileri ve toksik pestisitleri adsorplayarak yüzeyinde taşıyabilmektedir. Mikron boyutundaki bu plastikler adsorpladıkları organik kirleticilerin besin zinciri yoluyla bir üst gruba aktarmaktadırlar. Mikroplastiklerin canlılar tarafından besin zannedilerek yutulabilmeleri, atık su arıtma tesislerinde tam anlamıyla giderilememeleri, atmosferde ve sularla taşınmaları, doğada yok olmalarının zor olmaları, sağlık ve sürdürülebilir çevre açısından önemli bir risktir (2). Çeşitli canlılar mikroplastik parçaları bünyelerine aldıklarında sindirim, boşaltım, üreme, büyüme süreçlerinde sorunlar yaşamaktadır, bu konularda yapılmış çalışmalar mevcuttur. Omurgasızlar, zooplanktonlar, midyeler, solucanlar, balıklar gibi canlılara mikroplastik yutturma deneyleri ile sindirim, dışkılama, büyüme, çoğalma durumları takip edilmiştir. Mikroplastiklerin alg, su piresi, copepod gibi canlılar ile midye, denizanası ve dişsiz balinalar (Balaenoptera physalus) gibi suyu süzerek beslenen canlılarda yapılan çalışmalar, bu canlıların suyu süzerek beslenmesi nedeniyle aşırı miktarda mikro çöpe ve mikroplastiğe maruz kaldığını göstermiştir (2, 5).

MİKROPLASTİK KAYNAKLARI

mikroplastiklerGünümüzde okyanuslardaki mikroplastiklerin % 20’sinin denizlere doğrudan döküldüğü, % 80’lik kısmın ise atıklar, çöpler ve kanalizasyon gibi karasal etkenlerden kaynaklamaktadır.

Deniz ve kıyılarda tespit edilen atıkların %75’inden fazlasını plastikler oluşturmaktadır (6).

Ufalanarak oldukça küçük partiküller haline gelebilen plastikler akarsular, rüzgâr gibi iklim ve doğa hareketleri yanı sıra antropojenik etkilerle bir döngüye girerek taşınabilmekte, deniz ve okyanuslar, göller, akarsular gibi su kaynakları ile atık sularda, hatta arıtılmış sularda ciddi düzeylerde mikroplastiğe rastlanmaktadır. Evlerdeki çamaşır ve bulaşık makinelerinin önemli bir mikroplastik kaynağı olduğunu biliyoruz. Kişisel bakım ürünleri de bu konuda çok dikkatle kullanılması gereken kimyasallardır. Bir cilt temizleme ürününün bir dozunda yaklaşık olarak 360.000 adet polietilen mikro boncuk olduğu düşünüldüğünde, bu ürünlerin her kullanımı ile fazla sayıda mikro plastik kanalizasyona ve atık su drenajı ile doğal su kaynaklarına geçmektedir. İleri teknolojiye sahip olmayan klasik atık su arıtma tesislerinin bu mikro boncukları tutamadığı, bu nedenle bu parçacıkların arıtılmış su ile birlikte doğal su kaynaklarına geçtiği unutulmamalıdır. Doğal su kaynaklarına geçen parçacıklar, hem mikroskobik canlılar hem de balıklar gibi büyük canlılar için tehdit oluşturmaktadır (2).

Akdeniz’in sadece ülkemize ait kıyılarında 2016 yılında aylık örneklemelerle yapılan bir çalışmada, 28 türe ait 1137 balığın büyük çoğunluğunda, sindirim siteminde mikroplastik olduğu tespit edilmiş, en sık karşılaşılan mikroplastiğin genellikle çamaşır makinelerinden geldiği düşünülen fiber olduğu görülmüştür. Günlük diyetinde sıklıkla deniz canlısı tüketen kişilerin besin yoluyla günde ortalama 11 bin mikroplastik parçacık aldıkları bildirilmiştir. 2016 yılında ülkemizde 8.9 milyon ton plastik üretildiği, bunun %10’undan fazlasının ambalaj sanayinde kullanıldığı, Türkiye’de çevreye yılda ortalama yarım milyon ton plastik atığın verildiği rapor edilmiştir. Yakın zamana kadar Karadeniz, Ege ve Akdeniz kıyılarındaki bazı yerleşim birimlerinde belediyeler bu atıkları doğrudan denize dökmekte veya denize dökülen akarsulara bırakmakta idi. Dünyada ve ülkemizde katı atıkların %80’inden fazlasını plastikler oluşturmaktadır. Plastik tiplerinin doğada kalma süresi farklı olsa da, sonuçta kimyasal ve fiziksel yıkımlayıcı etkilerle parçalanıp 5 mm’den küçük partiküller haline geldiklerinde mikroplastikler dönüşmektedirler (6, 7).

Katı plastik atıkların parçalanması dışında denizler ve sulardaki mikroplastiklerin en önemli kaynağı atık su tesisleridir. Doğal su kaynaklarına deşarj edilen kentsel atık sular, özellikle sentetik elyaf ve temizlik malzemeleri kaynaklı mikroplastik parçalar içermektedir. Arıtma yapılan klasik atık su tesisleri mikroplastiklerin giderilmesinde genellikle yetersiz ve etkisiz kalmaktadır. Elektroliz ve filtrasyon gibi ileri ve güncel tekniklerin uygulandığı sistemlerde bu ürünler toplanabilmektedir (6). Mikroplastiklerin ekosistemlerdeki kirlilik seviyesinin takip edilmesi ve zararlı çevresel etkilerinin araştırılması Avrupa Birliği müktesebatında yasal bir zorunluluk olduğundan ülkemizde de mikroplastik seviyelerinin takibi yapılmakta, bu konuda akademik çalışmalar yürütülmektedir. 2014 yılında tüm dünya denizlerinde suda yüzer vaziyetteki plastik sayısının 5.25 trilyon olduğu, bunun 4.85 trilyonunu mikroplastiklerin oluşturduğu hesaplanmıştır. ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü, 2016 yılında Doğu Akdeniz kıyılarında yaptığı bilimsel çalışmada, 1 metreküp deniz suyunda 0.29 – 21.23 mikroplastik parçacığı tespit etmiştir.  Deniz tabanında ise bu değerlerin 1 metreküp kumda 100-560 mikroplastik parçacığı seviyelerinde olduğu bulunmuştur (6). Deniz suyundaki ve tabanındaki mikroplastiklerin tipleri arasında en fazla rastlananlar sırasıyla fiber, polyester ve naylondur (6, 7).

Mikroplastikler başta evsel kullanım, endüstriyel üretim, zirai faaliyetler ve ulaşım araç gereçleri olmak üzere her türlü antropojenik faaliyetten kaynaklanabilir. Bunların bırakılacağı ve problem oluşturabileceği ortam da hangi kaynaktan üretildiklerine göre değişmektedir. Örneğin mikro boncuklar atık su vasıtasıyla su kaynaklarına girerken, tarımsal faaliyetlerde kullanılan bir aracın aşınmasıyla ufalanan plastikler toprakta olacaktır. Çevresel mikroplastiklerin kaynakları genel olarak şöyle özetlenebilir (5, 6):

1. Kişisel bakım ve hijyen ürünlerindeki mikro boncuklar birincil mikroplastiklerdir. Mikro boncuklar (microbeads), şampuan, sabun, diş macunu, maskara, dudak parlatıcısı, göz kalemi, güneş kremi, deodorant gibi kozmetik ürünlerde bulunabilmektedir. Ülkemizde en çok rastlanan kozmetik plastiği polietilendir. Bunun dışında mikro boncuklarda polipropilen ve polyamid de görülebilir. Geldiğimiz noktada, bir çok global marka, sosyal sorumluluk gereği ürünlerinde mikro boncuk kullanımını bırakmaya başlamış, sayıları artan bir çok ülkede kozmetiklerde plastik mikroboncukların kullanımı yasaklanmaya başlamıştır. Deterjanlar ve temizlik ürünlerinde de mikro boncuklar korozif parçacık olarak kullanılmaktadır. Kozmetiklerdeki mikro boncuklar yasaklanmaya başlanmasına rağmen çelik yüzey parlatıcılar, deterjanlar ve temizlik ürünlerdeki mikro boncuklarla ilgili yasal bir düzenleme henüz yoktur. Bir üründe, özellikle de kişisel bakım ürünlerinde bu tür plastiklerin olup olmadığı “polyethylene, microbeads” ifadelerinden, ürünün içindekiler kısmından anlaşılabilir (Resim 1).

2. Plastik ürünler ve malzemeler kaynaklı mikroplastikler ikincil mikroplastiklerdir. bunlar, günlük yaşamda evler, mutfaklar ve dış mekanlarda kullanılan plastik ürünlerin aşınması, ufalanması sonucu ortama bırakılırlar.

3. Sentetik tekstil ürünleri ikincil mikroplastiklerin kaynaklarındandır. Bunlar, polyamid (PA, nylon), polyester, akrilik gibi sentetik polimerlerden üretilen ve ıslak mendil, çanta, ayakkabı, kıyafet, battaniye, halı gibi çok geniş yelpazedeki malzemede kullanılan tekstil ürünlerinin çamaşır makinesinde ve elde yıkanması ya da kullanımı sonucu yıpranması ile oluşan mikroliflerdir. Özellikle yaygın kullanımı nedeniyle ıslak mendillerden kaynaklanan mikrolifler önemli bir çevre sorunu oluşturmaktadır. Doğrudan klozete atılıp üstüne sifon çekilen ıslak mendillerin atık sulardaki sentetik mikroliflerden sorumlu olduğu bildirilmektedir.

4. Plastik üretimi, işlenmesi ve şekillendirme işlemi gibi endüstriyel işlemler sırasında çevreye bırakılan hammaddeler, kalıntılar ve atıklar da birincil mikroplastik kaynaklarındandır.

5. Ulaşımdan kaynaklanan en önemli mikroplastikler ikincil nitelikte olup araç lastiği döküntüleridir.

6. Plastik polimerden üretilen damla sulama sistemi ağı materyalinin zamanla ufalanması, parçalanması, tarımsal faaliyetler sonucu ikincil karakterli mikroplastik oluşum ve salınım kaynakları olarak bilinir.

7. Kullanılan her çeşit küçük plastik ürünün bilerek veya kazaen atık sulara bırakılması da, mikroplastik kaynakları arasında sayılabilir.

PLASTİK AYAK İZİMİZE DİKKAT ETMEK ZORUNDAYIZ

Doğaya bırakılan bir plastik atık bir süre sonra parçalanarak milyonlarca mikroplastik parçacık haline dönüşüyor. Bu plastikler parçalanıp, ufalandıklarında mikronik boyutlara ulaşsalar bile polimer özelliğini korumakta, yalnızca fiziksel olarak daha küçük plastik parçacıkları haline dönüşmektedirler. Bir sorunu kaynağında çözmek her zaman en etkili çözüm yöntemi olduğundan, çevresel kirleticileri henüz kaynağında önlemek oluşmuş bir kirliliği gidermeye çalışmaktan daha bilimsel, daha kolay, daha ekonomik ve daha ekolojik bir yöntem olacaktır (8). Bu ise ancak sürdürülebilir çevre bilinci ve duyarlılığının bulunması ile mümkündür. Günlük yaşantıda kullandığımız deterjanlardan, tekstil ürünlerine, ayakkabıdan çantaya, otomobil lastiğine, kişisel bakım ürünlerine kadar kullandığımız malzemeler hakkında çevreye duyarlı seçimler yapmalıyız. Ayrıca yaşam tarzımızı da gözden geçirmeliyiz. Gürültü üreten, yıpratan, bir şeyi hoyrat ve hırçın kullanan, enerji tasarrufunu önemsemeyen, yeşil satın alma gibi bir önceliği olmayan, fast food beslenme tarzını benimseyen, geri dönüşüm kapsamında bile olsa fazla atık üreten, bindiği otomobille spin atan, ani frenlerle lastik yakan bir kişinin plastik ayak izinin çok büyük olacağı ortadadır (2). Sürdürülebilir çevre için bireysel adımlar öncelikle temel çevre politikalarını bilmek, bunları uygulamak ve plastik ayak izimizi azaltma çabalarıyla başlar. Ancak unutulmamalıdır ki, kendilerinin ve çocuklarının temel ihtiyaçlarını karşılayamayanlar, çevre korumaya yeterince duyarlı olamazlar (Şekil 2) (9).

SONUÇ

Günlük yaşantıda neredeyse kaçamadığımız mikroplastiklerin, insan tüketimine sunulan tuz, su ürünleri, şeker, bal ve hatta soda gibi yiyecek ve içeceklerde ve iç ortam ve dışarıdaki havada mevcudiyeti bilinmektedir. Bu tablo tüm canlıların beslenme ve inhalasyon yoluyla mikroplastiklere maruz kaldığını göstermekte ancak bunun sağlık ve çevre üzerindeki yeni sorunlara yol açan bazen geri dönüşü olmayan etkileri henüz bilinmemektedir. Mikroplastiklerin fizyoloji ve homeostaz açısından olumsuz etkileri üzerine yapılan çalışmalar mikroplastiklerin kimyasal ve mikrobiyal tehlikelerinin altını çizmektedir. Solunan ve yutulan mikroplastikler dokularda birikerek bağışıklık sistemini ya baskılayıp veya hipersensibil hale getirerek homeostazı lokal veya genel olarak bozabilir. Monomerlerin, plastikteki katkı malzemelerinin, adsorbe edilmiş kirleticilerin dokulara sızması ile kimyasal toksisite oluşabilmektedir. Genellikle kronik maruziyete bağlı etkilerin görülmesi, süreci daha tehlikeli hale getirmektedir ve bu alanda yapılmış çalışmalar yetersizdir.

Önemli avantajları olan bir teknolojik malzeme olması nedeniyle plastiği kullanmaktan tamamen vazgeçmek düşünülemez. Ama malzeme mühendisliğinin geliştiği bir dünyada, plastiğin yerini tutabilecek yeni hammadde arayışları öncelikli hale getirilebilir. Ayrıca plastik içermeyen alternatifler, az plastik kullanılarak üretilen ürünler, daha kaliteli, çevreci plastik ürünler tasarlanması gibi seçenekler teşvik edilebilir. Bireysel olarak  plastik ayak izimizi takip etmek, gereksiz kullanım ve tüketimden kaçınmak, atık oluşumunu azaltmak ve kaynağında önlemeye çalışmak, geri kazanım ve tekrar kullanım için çaba göstermek önemli birer plastik ayak izi küçültücü davranış modelidir. Mecbur kalınmadıkça, tek kullanımlık plastik poşetler yerine tekrar kullanılabilir olanları tercih edilmeli, plastik PET şişeler, plastik kutu, kap ve bardaklar yerine çok kullanımlık cam, seramik veya metal ürünler tercih edilmeli; yüz yıkama jeli, diş macunu, kozmetik gibi kişisel bakım ürünlerini alırken mikro boncuk (mikroplastik) içermeyenleri almaya çalışmalı; sentetik tekstil ürünleri yerine pamuk, keten, ipek gibi doğal olanları tercih etmeli; gereksiz yeni ürünlerden uzak durmaya çalışmalı; gereksiz ambalajlı ürünler tercih edilmemeli; alınacak ürün ambalajlarının doğa dostu veya biyo bozunabilir olmasına özen gösterilmeli; tercih edeceğimiz ürünlerin doğal ve çevre dostu olmasına özen göstermeliyiz. Ürün satın alırken etiket okumayı alışkanlık haline getirmeli, içerik etiketini iyice okumalı, plastik içeriyorsa doğal alternatifine yönelebilmeliyiz. Kullanacağımız ürünün doğallığı, çevreye ve sağlığa etkileri, faydaları, maliyeti, atık oluşumu gibi özelliklerini düşünmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. İnsan israf ekonomisine dayalı hayat tarzında ısrar ettikçe, daha fazla plastik malzeme ve sentetik tekstil kullandıkça, kişisel bakım ve temizlik ürünlerinde, araçlar ve ev eşyalarında birincil ve ikincil mikroplastiklere dönüşen plastikleri kullanıldıkça, insan, hayvan ve habitatın mikroplastiklere maruziyeti ve mikroplastiklerce kirletilmesi kaçınılmazdır, sonuçları da üzücü olacaktır. Hava, su ve kara ekosistemlerindeki mikroplastiklerin miktarı, durumu, kaynakları, etkileri ile ilgili kapsamlı sürdürülebilir bilgiye ihtiyaç vardır. Coğrafi Bilgi Sistemlerine yüklenecek bu tür bilgilerin mühendisler, sosyologlar, çevre bilimciler, hekimler, veteriner hekimler, eczacılar, kimya, biyoloji, hidroloji, ekotoksikoloji alanlarında çalışan bilim adamları için gerekli ve önemli olduğu düşünüldüğünde, toprak, su ve hava kalitesiyle ilgili ciddi bir kirlilik olan mikroplastiklerin ivadilikle ele alınması ve incelenmesi gerekmektedir.  Bu konuda sevindirici gelişmeler de var ki onları da aktarmak gerekmektedir.  2018 yılı itibariyle Avrupa ve Amerika’da kozmetiklerde mikroplastik kullanımının yasaklanmış, ülkemizde de yüz yıkama jeli, peeling ürünlerinde PE kullanımı bırakılmaya başlanmıştır. Birçok ülkede PET şişelerin geri dönüşüme amacıyla teşvik edici kumbaralar konulduğu, bunlar sayesinde cüzi ücret karşılığı halkın atık şişeleri kumbaralara attığı görülmektedir. Marketlerde kullanılan plastik poşetler ücretli hale getirilerek file ve çok kullanımlık çantalar teşvik edilmektedir. Ancak, bütün bunlardan önce başarılı ve sürdürülebilir bir mücadele için yaygın ve etkili bir algı yönetimi süreci başlatılmalıdır.

KAYNAKLAR

1. Browne MA, Crump P, Niven SJ, Teuten E, Tonkin A, Galloway T, Thompson R. (2011) Accumulation of Microplastic on Shorelines Woldwide: Sources and Sinks. Environ. Sci. Technol. 45 (21): 9175-9179.

2. Yurtsever M. (2018) http://microplastics.sakarya.edu.tr/

3. Akbulut U. (2009) http://www.uralakbulut.com.tr/wp-content/uploads

4. Aslan R. (2018) Sağlık, Zindelik, Başarı, İyi Hissetme ve Motivasyonu Tehdit Eden Sinsi Faktör: Şehir Tozları. Göller Bölgesi Ayrıntı Dergisi. 5(60): 43-48.

5. Cole M, Lindeque P, Halsband C, Galloway TS. (2011) Microplastics as contaminants in the marine environment: A review. Marine Pollution Bulletin. 62(12): 2588-2597.

6. Kıdeyş AE. (2018) Su Kaynaklarındaki Mikroplastikler ve Ekotoksikolojik Etkileri. ODTÜ Yayınları

7. boell.org/sites/default/files/styles/fullsize/public/uploads/2017/06/gr51.jpg?itok=6vlvy85C Erişim 18.07.2018

8. Dündar Y. (2015) Mutluluk Yönetimi. ISBN: 978-605-87210-9-8

9. Dündar Y. (2005) Ekoloji Ders Notları. Afyon Kocatepe Üniversitesi.

 

 

 

Genel kategorisine gönderildi | Mikroplastikler: Bindiğimiz gemiyi deliyoruz! için yorumlar kapalı

Yaşamak İçin Değil Akıllı Yaşamak İçin Beslenmeyi Bilmek..

Günümüzde Akıllı Beslenme Her Zamankinden Önemli Hale Gelmiştir

Günümüzün en önemli belirleyici unsuru artık, alternatifsiz olarak “akıl”dır. Geleceğin önemli insanları belirlenirken beyin kullanabilme kapasitesi ve akıl ölçü olacaktır. Akıllı beslenme “akıl için beslenme” demektir. Aklı olumsuz etkileyebilecek bir beslenme biçimi, insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüklerden birisidir. Akıl sağlığını önemseyen bir beslenme anlayışı, insanlığı evrensel sevgi ve barışa götürme yolunda da çok önemli bir role sahiptir.
“Hürriyet” ve “Bilim”in birlikte hayat bulması “kutsal” anlayışına yol açar. Gerçek manada “kutsal” olmak, duygusal dayanaklardan kaynaklanmaz. Böylece, bütün bilimsel bulgular hürriyet elbisesini giydiklerinde kutsal olurlar. Bu kutsalın yolu yalnızca akıldır. Bazı uygulamalarda iyi niyetli davranışlarla akıllı davranışlar karıştırılır. Akıllı davranışlar kesinlikle aynı zamanda iyi niyetli davranışlardır. Ama, iyi niyetli davranışlar her zaman akıllı davranışlar olmazlar. Genellikle de başlangıcı yalnızca iyi niyet olan davranışlarda, bu yeterli sanılarak, akıl dayanakları göz ardı edilir. Oysa, en şaşırtıcı tehlikeler ve yanlışlar, işte böyle akıl göz ardı edilmiş iyi niyetli uygulamaların sonucunda yaşanır. “Besle kargayı, oysun gözünü.” diye bilinen atasözü, iyi niyetli davranan, ama akıl dayanaklarını dikkate almayanların karşılaştıkları olumsuz olayları ifade eder. Akıl dayanakları dikkate alınmadan yalnızca “iyi niyet olsun” diye yaptığınız davranışlar yüzünden iki yüzlü olma ihtimali de vardır. Çünkü, aklınızla konuya baktığınızda başka düşünürsünüz, oysa siz daha başka türlü davranışlar içindesinizdir. Alınan kararlar geleceğinizi ve hedeflerinizi ilgilendiriyorsa, bu durum geleceğiniz için size hoşunuza gitmeyecek sürprizler getirecektir. Doğrunun tek bir yolu vardır; akıl. Hakikat ve doğruları çok kolaylıkla yaşam biçimi haline getirenler için, “akıl” korunmalı ve hayata hakim kılınmalıdır. Ön yargılardan arınmış akıl ürünleri, insanlar için vahiy değerindedir. Bu durumda akıl korunmalıdır.
Aklın mekan tuttuğu beyin hücrelerini korumak, aklı korumak için yapılması gereken önceliklerdendir. Beyin için bir yazılım programı gibi düşünebileceğimiz “kullanım kapasitesi”ni geliştirme yöntemleri, bu konunun heveslilerince araştırılmalı ve uygulanmalıdır. Ancak, bu yöntemlerin uygulanması yeterli olmaz. Bu kez, beyin için bir donanım gibi düşünebileceğimiz “beyin hücreleri”, canlı tutulmalı ve yeterince kan, enerji, ve oksijen alabilmelidirler. Bu durumda, insanın sınırsız güçlerinin ülkesinde, aklın krallığı, gerçekleri örten sahte zevk ve hazları ortadan kaldırır. Unu hürriyet, suyu bilim ve mayası fikir olan bir hamur hayata hakim olur. Bu hamurdan haklara saygı, hukukun üstünlüğünü temel alan demokrasi ve dolayısıyla, evrensel sevgi ve barış fışkırır. Evrensel sevgi ve barışın insanlardaki karşılığı olan organ beyindir. Bir tabiat harikası olan beynin en önemli görevi evrensel sevgi ve barış için yöntemler geliştirmektir. Belki de, tabiatın evrensel sevgi ve barışa olan ihtiyacını karşılamak için, bu mükemmel organ vardır. Günlük yaşantının dedikodularına ve insanları kandırmaya yönelik olarak beyin organını boşa kullanmak tabiatın dengesine haksızlık olur. Konuya bu pencereden bakıldığında aklı ve onun mekan tuttuğu beyni korumak, özelliklerinin yüksek yetenekleriyle, genlerle nesillere taşınmasını sağlamak insanın evrensel sorumluluğudur.
Zan-şüphe-önyargı üçlüsünün karanlık dünyasından fikirleri, ancak “akıl” kaptanlığında bir mücadele ile kurtarmak mümkündür. Zan-şüphe-önyargı üçlüsü, akıl ve akıl ürünlerine karşı engizisyon mahkemeleri gibi davranır ve aklın, hayata hakim olmasını engeller; yani, aklın hakkını vermez. Aklın hakkını vermemek, “akla zulmetmek” olur. Akla zulmeden ise, akıl zalimidir. “Bu benim aklım, kimse karışamaz. İster sever, istersem zulmederim.” demek, demokrasinin ruhuna ters düşer; bu, demokratik bir hak olamaz. Bir akıl yönetimi olan demokrasinin besinidir, fertlerin akılları ve akıl ürünleri. Ortak aklın paydaşlarıdır, her bir ferdin aklı. Bu sebeplerden; akla zulmetmemek, aklın hakkını vermek ve ortak akla katkıda bulunmak demokrasinin önemli görevlerindendir.
Aklı koruyucu beslenmemek ve aklın zarar görmesini umursamamak da bu bakımdan akla zulmetmek olur. Aklı koruyucu beslenmemek zan-şüphe-önyargı üçlüsünü kuvvetlendirir. Zan-şüphe-önyargı üçlüsünün ürünlerini, sanki akıl ürünleri sanmak ise, kurtulunması zor bir hal oluşturur. Bu durum, akıl zalimine imparatorluk verir. Demokrasinin canlılığı ve devamlılığı, gerçek akıl ürünlerinin hayata hakim olmasıyla mümkündür; bu yüzden, aklın korunması geleceğin korunmasıdır. Akla zarar veren davranışlar, geleceğin umutlarını körelten ve o umutların yaşam damarlarını kesen hücum hamleleridir, aslında. Akla zarar veren davranışlar, dünyanın yaşanabilir fiziksel bir mekan olmasını bile engelleyen esas sebeplerdir.
İnsan beyni daima kurgu yapar ve kurgu ürünlerini yaşam için kullanıma sunar. İnsanlar ellerinde olmadan, kararlarını oluştururken, fikirlerini sunarken ve hedeflerini belirlerken kendilerine sunulan bu kurgu ürünlerini dayanak alırlar. Beyin kurgu yaparken başlangıç bilgisi “zan” kaynaklı ise, kurgu ürünleri “şüphe”leri oluşturur; böylece, alınan kararlar aslında “Zan-Kurgu” sonuçlarıdır. Oysa beyin, kurgusunda “akıl” kaynaklı bilgileri başlangıç alırsa, aklın yöntemleri uygulandığında doğruluğunu kanıtlama ihtimali çok yüksek olan ön görülere, çok önceden ulaşır insan. Aklın bulma ihtimali çok yüksek olan bilgilere ön görü olarak çok önceden ulaşmanın karar ve hedefler için sağlayacağı yarar, tartışılmaz derecede önemlidir ve büyüktür. Buradaki ön görü “Akıl-Kurgu” ürünüdür. “Zan-Kurgu” sizi şüphe üzerinden önyargılara ulaştırır; “Akıl-Kurgu” ise, bilimsel öngörülere ulaştırır. Öngörülerin sonu “Sefa”, önyargıların sonu “Cefa” olarak yaşam bulur.
İnsan beyninin “Akıl-Kurgu” ürünleri, “Zan-Kurgu” ürünlerinden çok olmalı ve denge “Akıl-Kurgu” lehine bozulmalıdır daima. Bu durum için alınması gereken önlemlerden birisi de akıllı beslenmek, beslenirken aklı korumak; yani, akıl için beslenmektir. Aklın mekan tuttuğu ve kurgu fabrikası olarak kullandığı beyin, korunmalıdır; kapasitesi geliştirilmeli, hücreleri için gerekli kan, enerji, ve oksijen daima sağlanmalıdır. Beyin hücrelerine zarar veren yiyecek, içecek ve davranışlardan kaçınılmalıdır. Beyin faaliyetleriyle yakından ilgisi bulunan karaciğer de özel bir dikkat isteyen organdır. Karaciğeri koruyucu davranmak da beyin hücrelerini dolaylı korumak olur. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” atasözümüz kısmen de olsa burada anlatmaya çalıştığımız konuya değinmektedir. “Sağlam kafa”dan maksat akıl dayanaklarına önem veren bir beyin taşıyan kafadır. Akıl sağlığı için vücut sağlığını şart görüyor, bu atasözü. Elbette ki, bu sözde atalar çok haklı. “Sağlam vücut” için yol ise, akıllı beslenme ve vücut hareketleridir.
Gıda yollu ve yavaş yavaş zehirlenildiğinde; insanlar günlük yaşantıları içerisinde halsizlik, eklem ağrıları, bağırsak düzensizlikleri, sabah uyanınca yorgunluk hissi, konuları hatırlama zorluğu ve hafıza zayıflığı, kendilerine yakıştıramadıkları yanlış karar almalar, zaman zaman refleks bozuklukları, vücut hücrelerinin bütünlüklerini kaybetmeleri ve erken yaşlanma … gibi şikayetlerde bulunurlar. Ayrıca, gıdalardaki kirlilikler kanserojen, teratojen, metajen ve allerjen etkilerle tesirlerini gösterebilirler. Elbette gıdalardaki kirlilikler, öncelikle çocukları, yaşlıları ve hastaları daha çabuk ve daha tesirli olarak etkilerler. Hamile olan ve süt veren anneler için ise, gıdalardaki kirlilikler ayrıca, çok titizlik gösterilmesi gereken bir konudur.
İnsanlarda, beslenme biçimleri konusunda gerekli bilincin oluşturulması, konuyla ilgili yasaların çıkarılmasından çok daha önemlidir. Gereken bilinç sağlanamadığı durumlarda, yasalar geri tepen silah etkisi de gösterebilir.
Evrensel sevgi ve barışı hedef edinmek, bu hedefe ulaşılmasına katkıda bulunmak, akıl sağlığının bu işin lokomotifi olduğunu bilmek … gibi duyguların, para kazanma hırsının önünde durmasını sağlayacak tedbirler, globalleşen dünyanın öncelikli konularından olarak uluslararası platformların gündeminde yer almalıdır.

Alıntı:

Yılmaz Dündar,  Mutluluk Yönetimi’nden

Genel kategorisine gönderildi | Yaşamak İçin Değil Akıllı Yaşamak İçin Beslenmeyi Bilmek.. için yorumlar kapalı

Akademik hayat, kendimiz ve çevre için sürdürülebilir mutluluk arayışı ve bunun inşasıdır.

 

Hemen herkes mutlu olmayı hedefler ama…

Hemen hemen her insan mutlu olmak istemesine rağmen mutluluğun ne olduğunu veya ne olursa mutlu olacağını söyleyecek birisine rastlamak çok zordur. Tarif edemediğiniz bir şeye nasıl ulaşabilirsiniz? Tarif edemediğiniz ve tanımadığınız bir şey için nasıl bir yaşama planı yapabilirsiniz? Bu durumda, oluşturacağınız gayretler, sizi umduğunuz mutluluğa kavuşturamayacaktır.
Mutluluk arama yolunda, karıştırdığımız, birbirinin yerine kullandığımız iki olay var; rahatlık ve memnuniyet. Bu bağlamda, “Mutluluk”, “Rahatlık” ve “Memnuniyet” kelimeleriyle etiketlendirdiğimiz hallerimizi iyi belirlemeli, bunların farkında olmalıyız. Yani, aslında adına rahatlık diyebileceğimiz bir yaşantı halini mutluluk sanmamalı ve bu kelimeyle etiketlendirmemeliyiz. Aynı şey memnuniyet kelimesi için de geçerlidir. Örnekleme yaparsam belki daha kolay anlatırım sanıyorum. Bir kişi, “Eğer, bir otomobil alabilirsek daha mutlu olacağız”, derse ve otomobil sahibi de olursa, bana göre mutlu değil, eskiye göre daha rahat yaşayabilecek. Bir kişi, ”Eğer, amcamı akşam yemekte görürsem mutlu olacağım.” derse ve amcasını akşam görürse, aslında bu durumdan memnun olacaktır. Diyebilirsiniz ki, “O hoo, hayat öyle şeylerle karşımızda ki, bu detayı düşünürsek ne olur, düşünemesek ne olur?” Hayır, mutlulukla ilgili detay gibi görünen bu bakış tarzı o kadar önemli ki, incelenmezse yaşam daha zorlanacaktır, kesinlikle.
Mutluluk haline yukarıdaki bakış açısıyla yaklaşınca, mutluluğun beyin ile olan ilgisi, hatta bir beyin ürünü olduğu dikkati çekecektir. Bu sebepten, rahatlık ve memnuniyetle karıştırılmayan, gerçek mutluluk “akıl” ile ilişkilendirilmelidir. Kişinin sahip olduğu kadarıyla aklını kullanabilme hürriyeti ve aklının ürünlerinin dikkate alındığı bir ortam, o kişinin mutlu olabilmesini başlatacaktır. İnsanın aklının, en önemli ve o insanı “insan” yapan ürünü, “Karar” dır. Aklı kullanabilme hürriyeti sizi korkutmamalıdır. Akıl kullanılabildiğinde hiç yanlış üretmez; yanlış, aklın yeterince kullanılmaması sonucudur. Evet, “Karar” dedik. İnsanın kendisini insan hissetmesini sağlayan yegane ürünüdür, karar. Kişinin mutluluk anahtarı “Karar” dır. Bu anahtar insanın elinden alınırsa, o insanın mutlu olması engelleniyor demektir.
Evlenmeye karar vermiş bir beyefendi ve hanımefendi, eğer evlendikten sonra düşledikleri huzuru gerçekleştiremiyorlarsa, konu incelendiğinde görülecektir ki, çiftler birlikte olan yaşamlarında birbirlerini, “dikkate alınmamak”, “umursanmamak”, “önemsenmemek”… gibi iddialarla suçlamaktadırlar. Aslında konuya iyi bakılırsa, bütün bu iddiaların “Karar” ile ilgili olduğu hemen görülecektir. Karar alamayan, kararı sorulmayan veya kararı önemsenmeyen insanların tavırlarının sonucudur bu huzursuzluk, aslında. Karar hürriyeti elinden alınan insan çok lüks bir hayat yaşıyor olsa bile, kendisinin mutsuzluğa mahkum olduğunu ilan eder.
İnsanın karar hürriyetini kullanabiliyor olması mutluluğun “olmazsa olmaz”ıdır, ama yeterli şartı değildir. İnsanın karar oluşturması dışarı yansırken bir “fikir”e dönüşür, işte dışarı yansıyan bu fikrin sunuluş biçimi mutluluğun derecesini ayarlar. Bu durumda; mutluluğu, rahatlık ve memnuniyet halleriyle karıştırmamak gerekirken, akıl, karar ve fikir ile ilişkilerini de iyi fark etmek gerekmektedir.
Fikir sunuş tarzı, mutluluğa öyle ince ayar yapar ki; çok doğru bir karar, tekniğine uygun sunulmazsa haklı ve doğru içerikli olmasına rağmen böyle bir hamle, mutsuzlukla sonuçlanır. Aynı doğrunun devamlı aynı yanlış tarzla sunumu, hedef kişi veya kişileri, sunulan doğrudan da soğutup uzaklaştırabilir, hatta o doğruya düşman bile yapabilir.
İnsanın çok önemsemesi gereken “Mutluluk Yönetimi”nin bir yaşam biçimi olması gerekmektedir.

Yılmaz DÜNDAR

 Mutluluk Yönetimi adlı kitapçıktan

Genel kategorisine gönderildi | Akademik hayat, kendimiz ve çevre için sürdürülebilir mutluluk arayışı ve bunun inşasıdır. için yorumlar kapalı

İki Ana Karakteri Fark Etmek ve Konumunu Belirlemek Önemli

Günlük yaşantı içerisindeki tartışmaların, anlaşmazlıkların, sizi üzen olayların, özellikle sevdiğiniz kişilerin tanınmaz yanlarını, bunların sebeplerini araştırmışsınızdır. Bütün bu araştırmalara rağmen bir çözüm bulamamış olabilirsiniz. Oysa sebepler çok farklı, sayıları da çok çeşitli değil! Temelde “iki ana sebep” var. Bu iki ana sebebi analiz ettiğinizde ömür boyu tartışmalara ve mutsuzluklara son vereceksiniz.

Bu iki ana sebebi “iki ana karakter” gibi ortaya koymak mümkündür. Çünkü bu iki ana sebep özellikle fikirlere dayanır. Anlaşmazlıkları ve tartışmaları incelediğinizde farklı olanın fikirler olduğunu, ortada bir fikir çarpışması olduğunu veya “fikirlerin sunuş tarzlarının” hoşa gitmediğini göreceksiniz!

Zaman zaman size çok doğru fikirler sunulduğu halde, çok doğru şeyler söylendiği halde onların söyleniş biçimi, sunuluş biçimi sizi o kadar rahatsız eder ki o fikirlerdeki “güzellikleri” göremezsiniz. O “sunuş biçimi” size çok “önemli bir perde” olur. İşte bu açıdan baktığımızda bazen şu atasözü de aklımıza gelebilir. “İnsanlar bazı topluluklarda kıyafetleriyle karşılanırlar, ama uğurlandıklarında fikirleriyle uğurlanırlar.”

Yarışmalarında veya buna benzer tartışmalarda tanıdığınız bir çok ünlüyü siz kıyafetleri, yaşam biçimleri [özellikle medyaya yansıyan yaşam biçimleri] yüzünden seversiniz, onlar sizin gözünüzde çok üst noktalardadırlar ama onları o yarışma, açık oturum, toplantı gibi şeylerde veya basit bir konuda yapılan açıklamalarda izlediğinizde, onların “konuşma tarzları, fikirlerini sunuş tarzları, bakış açısı” bir anda sizin gözünüzde onların yerini çok aşağılara kadar düşürür. Çünkü: Başlangıçtaki kabulünüz onların kıyafetleriyle ve medyadaki yaşam biçimleriyle ilgiliyken, fikirlerine rastladığınızda onları uğurlamanız tamamen farklı olur!

Temeldeki fikirlere dayalı bu “İKİ ANA KARAKTER”i iyi irdeleyebilmek, iyi inceleyebilmek, özellikle de göz önüne çok açık net serebilmek için iki karakteri şöyle tanımlayabiliriz: Bu karakterlerden birisine “FİKİR SAHİBİ” diyelim. Bunlar beyinlerini kullanabilen, beyinlerini ön plana çıkarabilen, beyinlerini önemseyen beyinlerini geliştirmeyi hedef edinmiş kişiler olsun. Bir de “FİKİR HAMALLARI” vardır: Fikir Hamalları, aslında “sırtına birçok kitap yüklenmiş taşıyıcılara” benzerler. O kitaplardan haberi olamayan, zaman zaman kitabın sayfalarını gösteren ama kitabı sindirmemiş, okuyamamış, kavramamış taşıyıcılar gibidir. Veya çok güzel fikirler ve çok fazla sayıda bilgi bulunmasına rağmen, CDler gibidir. O CDlerde, insanlarda bulmanız gereken özellikleri göremez bulamazsınız. Ama insanlarda bulamayacağınız kadar fikre bilgiye rastlayabilirsiniz! İşte bu iki ana karakteri yaşam içerisindeki davranış biçimleriyle incelediğimizde göreceğiz ki; mutsuzlukların temelinde ana karakter olarak bu olgular var.

Bir akademisyene yakışan kesinlikle fikir sahibi karakterde olmaktır. Ama Fikir Sahibinin en belirgin özelliği nedir?

Beynini önemseyen, beynini ön plana çıkarmaya çalışan, beyin özellikleriyle gözükmeyi hedefleyen Fikir Sahibinin en büyük özelliklerinden birisi, doğruyu; evrensel doğruyu çabuk tanıması, bilmesi ve kabul etmesidir. Çünkü o, doğruyu hayatında tanımlamıştır ve o doğruyu “evrensel bilgiler” üzerine oturtmuştur. “Evrensel bilgiler” nedir? Evrende işleyen ilmi kurallardır. Bu kapsamda, fikir sahibi dünyanın bilimsel ve teknolojik olarak geldiği noktalara uygun bilgilerden yararlanarak o bilgiler ışığında doğruyu tanımlamıştır, hakikati ortaya koymuştur. İşte, bu tanımladığı doğruya uyan fikirlerle karşılaşınca onları çabuk tanır. Bu yüzden yanlışlarını da çabuk fark eder ve bulur, zorlanmadan da düzeltir. İşte bir kişinin yanlışını, yanlış yaptığı bir şeyi fark etmesi ve bunu kolay fark etmesi çok önemli bir özelliktir. Fark ettikten sonra da zorlanmadan çabuk düzeltmesi, düzeltmek için gayret sarf etmesi, hatta yanlışını düzeltmekten ve yeni doğruları uygulamaktan mutlu olması Fikir Sahibinin önemli özelliklerindendir.

Buna zıt karakterin adı fikir hamalıdır. Fikir Hamalı ile karşılaştırdığımız zaman bu özellikler daha net görülecektir. Bu özelliğin karşılığı olarak Fikir Hamalına baktığımızda; Fikir Hamalı öyle evrensel verilere bilgilere dayanan doğruları tanımlama yerine daha fazla kendisini doğru zanneder! Bu yüzden de sürekli “haklı” olduğuna inanır. Kendisini “doğru” zanneden bu yapısı yüzünden de yanlışlarını kolay kolay göremez, fark edemez. Bir başka şahıs Fikir Hamalına onun yanlışlarını kolay fark ettiremez; çok uğraşmanız gerekir. Zaman zaman da mümkün olmadığını görürsünüz! Zor fark ettiği için de yanlışlarını düzeltmekte çok zorlanır, çoğu kere de böyle bir başarıyı gösteremez!

Şimdi soruyorum: Bilimsel bir atmosferde evrensel genel doğrulara uygun yaşamaya talip olana hangisi yakışır?

Yılmaz Dündar ile Söyleşiler’den.

Genel kategorisine gönderildi | 1.297 Yorum